25 Haziran 2012 Pazartesi

FLASHIONBACK: 1969'da Liseli Olmak


Bu fotoğraflar bir editöryalden değil, Hair filminden ya da Clueless dizisinden bir kare değil, dress code’lu bir partiden değil. Bir müzik festivalinden de değil, hele hele Coachella’dan hiç değil. “Ee, geriye başka ne kaldı ki?” dediğinizi duyar gibiyim. Peki ya 1969 yılının California’sındaki bir liseye ne dersiniz?


Fotoğrafçı Arthur Schatz, 1969 yılında Life Magazine için öne çıkan trendleri araştırmak amacıyla bir liseye gitti ve buradaki stilleri fotoğrafladı. İşte ortaya da bu inanılmaz kareler çıktı. Örgülü saçlı hippiler, etrafta seke seke dolaşan Pocahontas’lar, “go go girl” tadındaki öğretmenler ve niceleri.


Son dönemde yerli dergiler içinde en çok beğendiğim sayı olan Elle Dergisi’nin müzik temalı Mayıs sayısında Seda Yılmaz, Debbie Harry’nin o yılları anlatan şu sözünü aktarmıştı: “Bizim tarzlarımız bağımsızdı, dışarıdan bir makine tarafından üretilmiyordu.” Şu fotoğrafları gördükten sonra Debbie Harry’nin ne demek istediğini çok daha iyi anladım.


Şimdi, birkaç gün ortalarda gözükmeyebilirim. Çünkü zaman makineme atlayıp 1969’un California’sına, yeniden liseli olmaya gidiyorum. Kim benimle geliyor?

Fotolar: Google Images

22 Haziran 2012 Cuma

TREND QUEEN: Göbekler Fora

Viktor&Rolf/Prada/Dolce&Gabbana

Makasınızı elinize alın ve bazı tişörtlerinizi kısaltmaya başlayın ya da kendinize göğsün biraz aşağısında biten büstiyerlerden edinin. Çünkü göbekleri açıkta bırakmak, bu sezonun en önemli trendlerinden biri.

House of Holland/Preen/Dolce&Gabbana

Dolce&Gabbana’dan Viktor&Rolf’a, Preen’den House of Holland’a, Donna Karan’dan Proenza Schouler ve Prada’ya kadar hemen hemen tüm tasarımcılar bu sezon tek bir konuda hemfikir: Üstler kısalacak, altlar yükselecek. Bu trendin kodları ise yanlış yıkama sonucu küçülmüş gibi gözüken tişörtler, bra top denilen sütyenimsi büstiyerler ve yüksek bel şort, etek ya da pantolonlar. Bu trende kişilik kazandıracak en önemli dokunuş ise alt kısmın bel yüksekliğinin göbek deliğini kapatacak şekilde olması.

Veronica Lake

İlhamınızı ister House of Holland’ın piton desenleri içindeki vamp kadınından, ister Dolce&Gabbana’nın meyve baskılı elbiseleriyle bizleri 1950’lerin İtalya’sına götüren kadınından alın ama sakın ola bu işin piri olan pin up kızlarını ve Veronica Lake gibi 1950’lerin en önemli ikonlarını atlamayın.

Fotolar:Style.com, Celeb Studio

16 Haziran 2012 Cumartesi

FLASHIONBACK: Hussein Chalayan Sonbahar/Kış 2000 Koleksiyonu


Moda ile ilişkiniz bir şekilde başladı. Annenizin ayağınıza 5 numara büyük ayakkabılarını o yokken ayağınıza geçirdiğinizde. Spice Girls’ün en revaçta olduğu ve her okulda en az 3 Spice Girls grubu kurulduğu günlerde grup arkadaşlarınıza “Ben Emma olmak istemiyorum yea, Victoria’nın tarzı bana daha çok uyuyor” dediğinizde. İlk flörtünüzle ilk buluşmanıza giderken ne giyeceğinizi kara kara düşündüğünüzde ya da üniversitenin ilk günü abartıya kaçmadan dikkat çekici olabilme amacıyla gardırobunuzun karşısına geçtiğinizde. Er ya da geç. Peki ya modanın sizi ilk şaşırttığı, ağzınızı açık bıraktığı, bunun sadece giyinmek demek olmayabileceğini, sanki bundan çok daha fazlası olduğunu hissettirdiği o ilk anı hatırlıyor musunuz? Ben hatırlıyorum.


Sene 2000 ve ben okuldaki Spice Girls grubunda sırf sarışın olduğu için Emma olmaya mahkum edilmiş bir kızım. Televizyonda bir kanalın ana haber bülteni açık. Bir defileden bahsediliyor. Bembeyaz bir odada modeller ağır çekim diyebileceğimiz bir hızda yürüyor. Sonra bir tanesi duruyor ve sandalyenin kılıfını çıkartarak onu giymeye başlıyor. Bir diğeri masanın içine giriyor ve sonra onu bir anda eteğe dönüştürüveriyor. Ve alkışlar kopuyor. Ben de evde, salonda kendi kendime alkışlıyorum. Ağzım açık.


Hussein Chalayan after words, autumn/winter collection 2000 – 2001 from Victor Lilov on Vimeo.

Bahsi geçen defile Hussein Chalayan Sonbahar/Kış 2000 koleksiyonu. Yukarıda After Words adındaki bu koleksiyonun defilesinin tamamının videosu var. İzlerken muhtemelen siz de o gün orada bulunan herkes gibi kuvvetlice alkışlamamak için kendinizi zor tutacaksınız. Tutmayın. Alkışlayın.

Fotolar: Used Magazine, Soft Revolution

13 Haziran 2012 Çarşamba

HEDİYE: Loopie Love'lanmak İster Misin?


Bazı şeylere olumsuz önyargılarınız olabileceği gibi, olumlu önyargılarınız da olabilir. Mesela benim gibi adı Loopie Love olan bir şeye karşı daha en başından büyük bir sempati duyabilirsiniz. Ürünlerinin adından da güzel olduğunu görünce de sıkı bir arkadaşlığın temellerini atabilirsiniz.


Loopie Love, Louise Iversen tarafından kurulan Danimarkalı bir aksesuar markası. Gümüş ve altın kaplamalı yüzük ve küpeleri, yıldızlı deri bileklikleri ile kolyeleri pek bir meşhur. Beymen Blender, Harvey Nichols, Brandroom ve enmoda.com’da bulabileceğiniz Loopie Love’lar, birçok ünlü ismin de tercihi aynı zamanda.


Peki sen de Loopie Love’lanmak ister misin? O zaman çok doğru bir yerdesin. Çünkü bir şanslı Lizard Queen okuyucusu Loopie Love’dan yukarıda fotoğraflarını da görmüş olduğun bir adet gümüş kaplama yaprak formlu yüzük ve bir adet gümüş kaplama minik yıldız küpe kazanacak. Bunun için ne yapman gerektiğine gelince:

  • Blog’un Google Friend Connect üzerinden izleyicisi ol.
  • Facebook sayfamı ve C79’un Facebook sayfasını (Loopie Love Türkiye temsilcisi) beğen.
  • Bu yazının altına yorum bırak. Mail adresini de yazmayı unutma.

Bu kadar. J Çekilişe son katılım tarihi 23 Haziran Saat 23:59’dur. Kazanan kişi, random.org üzerinden yapılan bir çekilişle belirlenecektir.

Herkese iyi şanslar! J

Veee kazanan Rüzgara Dogru oldu. Tebrikler!

Fotolar: Gizem Dalyan

11 Haziran 2012 Pazartesi

HİKAYEN NE?: Deniz Miray Petrini (Sokak Modası Fotoğrafçısı)

Man on Wire filmini izledikten sonra Philippe Petit’e büyük bir hayranlık, ama daha çok da büyük bir saygı duymuştum. Aynı duyguların benzerini Deniz Miray Petrini’nin hikayesini dinlerken de hissettim diyebilirim. Hayattaki en büyük hedefi İkiz Kuleler arasına bir ip gerip, bu ipin üzerinde yürümek olan bir ip cambazı ile bir sokak modası fotoğrafçısının arasında ne gibi bir benzerlik kurdun diye düşünebilirsiniz. Hemen açıklayayım. İkisi de ne istediğini biliyor, istediğine ulaşmak için sonuna kadar uğraşıyor, korkularının kendisini yıldırmasına izin vermiyor. Sonuç: Başarı. Hem aslında göründüğü kadar farklı da değiller. Moda sektörünün İkiz Kuleler’ine, yani en yüksek tepesine Vogue diyebiliriz. Ve Deniz Miray Petrini, çektiği sokak modası fotoğrafları sayesinde bu tepeye ulaşmış durumda. Vogue İtalya için sokak modası fotoğrafları çeken, Style Tao adlı sokak modası blog’unun sahibesi Deniz Miray Petrini’nin hikayesini hadi gelin, onun ağzından dinleyin.

Deniz Miray Petrini

Merhaba Miray. Öncelikle bize kendinden ve seni İzmir’lerden taa Milano’lara sürükleyen hikayenden biraz bahseder misin?

Merhaba Gizem. Aslında klişelerle başlamak istemem ama mecburum. Moda çocukluğumdan beri hep ilgi alanım olmuştu, hatta ortaokuldan itibaren aldığım çoğu ödevi moda konusunda yapmaya özen gösteriyordum. Saint Joseph’te okuduğum lise yıllarında ise bir kariyer fuarı organize etmiştik ve ben sadece İzmir Ekonomi Üniversitesi’nin Moda Tasarım Bölümü ile görüşmüştüm. Yaptıkları yetenek sınavında ÖSS’den daha çok gerildiğimi söyleyebilirim; çünkü o bölümü kazanmak bu sınava bağlıydı. İstediğim bölümü kazandıktan sonra ise son senemde aldığım fotoğrafçılık dersleri bugünkü sokak modası fotoğrafçılığındaki ilk adımımdı. Tüm hayatım boyunca Milano hep aklımdaydı. Çünkü babam İtalyan ve çocukluğumdan beri o ülkeye ait pek çok anıyla büyütüldüm. Milano ve modanın birbirini tamamlayan kelimeler olduğunu da düşünürsek, benim için Milano macerası kaçınılmazdı.

Milano sana neler kattı?

Neler katmadı ki. Her şeyden önce “İnsanlar dergiden fırlamış gibi giyiniyor” cümlesinin gerçek olduğunu gördüm. Styling alanı asıl ilerlemek istediğim alandı ve aslında fotoğraf çekmeye de tamamen amatör bir duygu ve beğendiğim stilleri arşivleme amacı ile başladım. Tabii zamanla bu iş benim için bir tutkuya dönüştü. Milano’nun bu konuda zengin bir kaynağı ve aktif bir etkinlik takvimi var. Şehir resmen sanata aşık, bu yüzden modanın dışında pek çok sergi, tasarım haftası ve parti düzenleniyor. Durum böyle olunca da sınırsız bir ilham kaynağınız oluyor. Özellikle bahsetmek istediğim bir konu da hangi meslekten olursanız olun snob insanların olmaması. (Belki de ben denk gelmedim bilemiyorum. J) Herkes son derece sıcak ve yaptığınız işe saygı duyuyor, ilgileniyor. Ego savaşları yok, çünkü bu konular aşılmış durumda. Yeni yetenekleri bir tehdit olarak görmüyorlar ve gerçek anlamda modayla, tasarımla ve sanatla ilgilenen insanların arasında harika bir iletişim var.


Hayatının en önemli dönüm noktalarından biri de blog’un Style Tao sanırım. Peki fotoğrafçılığa ve sokak modasına olan bu ilgin nasıl ortaya çıktı?

Az önce de bahsettiğim gibi ilk adımım üniversitenin son yılında aldığım fotoğrafçılık dersleriyle oldu, Milano’ya gidince gördüğüm stilleri fotoğraflarken zamanla deneyim kazandım ve bakış açım değişti. İnsanları doğal halleriyle çekmek benim için çok önemli. Çünkü benim için stili stil yapan aynı zamanda tavırlardır. Örnek verecek olursam; iki kişi aynı siyah elbiseyi giyebilir ama birinin o kıyafete hareketleri ve duruşuyla kattığı kimlik sizin dikkatinizi çeker. Bu yüzden insanları doğal yakalamayı tercih ediyorum ve yaptığım işi gerçekten çok seviyorum. Yoğun bir günün sonunda bilgisayarımı açıp da fotoğraflara baktığım zaman “ iyi ki” diyorum. İyi ki bu işi yapıyorum.


Çektiğin fotoğraflar senin Vogue’da çalışmana vesile oldu. Vogue ile olan bu maceran nasıl başladı? Ve her şeyden önce Vogue İtalya’nın bir parçası olmak nasıl bir duygu?

Vogue benim için zirve, hayallerimin tek odak noktasıydı diyebilirim. Sürekli bu hayali kurup durdum, hatta Vogue İtalya’nın sokak modası bölümüne girip de iç geçirdiğim günleri hatırlarım. Bir gün Vogue İtalya’nın baş editörü Franca Sozzani, yeni çıkardığı bir kitap için Vogue İtalya ofisinde bir imza günü düzenledi. Hani az önce söylemiştim ya o ego savaşları yok diye, o yüzden bu konuya özellikle değinmek istiyorum. Vogue İtalya’nın okuyucularıyla harika bir iletişimi var, en kaba tabirle “ biz Vogue’uz, höydür höy!” tavırları yok. Sürekli bir etkinlik düzenleniyor ve bu etkinlik “ Hadi bizi Facebook’ta beğenin” ya da “Biz bu elbiseyi beğendik, sizce nasıl?” demekten çok öte. Bu katıldığım imza gününe şansımı denemek için çektiğim fotoğraflardan örnekler alarak gittim. Binaya bir 10 dakika giremedim zaten, çünkü hayallerim ve benim aramda sadece iki adımlık mesafe vardı. İçeri girince de kafamda kurduğum o soğuk ortamdan eser yoktu, Vogue ekibi her katılımcıyla birebir ilgilendi. Kitap imzalatmanın dışında ilgilendikleri bölümün departmanlarına yönlendirdiler; moda editörü, fotoğraf editörü, yazarlar… Hepsiyle tanışma fırsatınız vardı ve herkes son derece sıcaktı. Ben rüya aleminde gibi dolaşırken şimdi beraber çalıştığım Giulia ile tanıştım. Kendisi fotoğraflarıma baktıktan sonra blog’umu da inceleyeceklerini ve eğer beğenilirse “ Voguistas” ekibi için arayacaklarını söyledi. 3 saat sonra o telefon çalıp da Giulia’nın “Fotoğraflarını çok beğendik. Bize 10 tane daha gönder, yarın yayınlamaya başlıyoruz” demesi hayatımın en mutlu anlarından biriydi. Şimdi onlar için Milano ve Paris moda haftalarına katılıp fotoğraf çekiyorum.


Fotoğraflarını çekerken kullandığın makinenin modeli nedir?

İlk makinem Canon Eos 1000d 18-55mm lensti. Şimdi Canon Eos 5d 24-70mm kullanıyorum.

Birçok tanınmış ismin fotoğrafını çekmiş ve onları yakından görme şansını elde etmiş birisi olarak en çok kimlerin stilini beğeniyorsun?

Anna Dello Russo benim için harikalar diyarı gibi, tüm moda haftalarında gözler onu arıyor. O tam bir görsel şölen ama stil olarak en çok beğendiğim isimler Catherine Baba, Taylor Tomasi Hill, Kate Lanphear, Emmanuelle Alt ve bir de Olivia Palermo.

Sokak modası konusunda seni en çok hangi şehir cezbediyor?

Paris. Ama Londra’yı da seyahatlerime eklediğim zaman bu fikrimin değişebileceğini düşünüyorum.


Paris, New York, Londra, Stockholm, Berlin, Milano gibi pek çok şehrin sokak modasını takip etmemizi sağlayan bir dolu blog ve sokak modası fotoğrafçısı var. Ama ne yazık ki İstanbul bu şehirlerden biri değil henüz. Sence bunun sebebi ne? İstanbul’un stil çeşitliliği açısından zengin olmaması mı yoksa sokak modası fotoğrafçılığını henüz kavrayamamış olmamız mı?

İstanbul aslında bu konu için biçilmiş kaftan ama henüz benim de anlam veremediğim bir aynı olma sevdası var. Herkes birbirine o kadar benziyor ki... Farklı tarzlar korkutuyor insanları belki. Çünkü bizde o gözle süzme olayı vardır ya, o bizi köreltiyor. Farklı olana hemen bakışlarımızla tepki gösteriyoruz. Elbette farklı olmak için komik duruma düşenler de var, o da ayrı bir durum. Bir de bizde sokak modası fotoğrafçılığı henüz alışılmış bir durum değil, insanlar rahat olamıyorlar. Ben bir keresinde İstanbul Fashion Week’e katılmıştım ve inan bana 5 kare zor çekmişimdir. Ya objektife tuhaf tuhaf bakan suratlar vardı ya da aşırıya kaçan mankenimsi pozlar. İnsanların henüz bu konuda rahat olduğunu düşünmüyorum ama bu durumlar aşılırsa oldukça deneysel ve ilham verici stiller görebiliriz.


Sokak modası fotoğrafçılığı için iyi bir fotoğraf makinesi sahibi olmak yeterli mi? İyi bir sokak modası fotoğrafçısı olabilmek için başka hangi özelliklere sahip olmak gerekir sence?

Aslında bu konuda benim yorum yapmam çok doğru değil çünkü ben fotoğrafçı değilim, aldığım seçmeli ders dışında başka bir eğitimim yok. Ben her şeyi doğaçlama yaşıyorum ama şunu söyleyebilirim; iyi bir fotoğraf makinası sizi çok kurtarmaz. Şöyle düşün; elinde en kaliteli kalemler ve en kaliteli kağıtlar var ama eğer çizim yapmayı bilmiyorsan, elindeki malzemenin hiç önemi yok. Sokak modası fotoğrafçısı olmak aslında ikiye ayrılıyor; bir hikaye anlatıcıları var, bir de sadece stilleri yansıtanlar. Özellikle dergiler için çalışırken hikayeden çok kıyafeti ön plana çıkartmalısınız. Bu yüzden hareketsiz pozlar daha çok tercih ediliyor. Ama ben kendi blog’um için daha yaşayan kareler tercih ediyorum. Burada farklılık tamamen size ait, çünkü moda haftaları bir okul bahçesi gibi; aynı yüzler, farklı kıyafetler... Ve popüler olanları tüm fotoğrafçılar çekiyor. İşte burada sizin bakış açınız devreye giriyor. Aynı kişiyi farklı bir açıdan, farklı bir tavırla çekebilmek, bunu görebilmek gerek. Yoksa bir Anna Dello Russo’yu en az 200 fotoğrafçı çekiyordur. Bir de her sezon sayımız arttığı için farklı olmak kalıcılığınızdaki en değerli etken.

Birisinin senin kadrajına girebilmesi için nelere sahip olması gerekiyor? Fotoğrafını çekeceğin kişileri nasıl seçiyorsun?

Öncelikle fazla zorlanmış bir stili olmaması gerekiyor, yani ben her farklı giyineni çekmiyorum. Eğer gözümü rahatsız ediyorsa ve beğenmiyorsam asla çekmiyorum. Kendi stil zevkimi yansıtıyorum aslında. Benim amacım takipçilerime bir nevi rehberlik etmek, “Bak bu şekilde bir kombinasyon olabilir” dedirtebilmek ya da aksesuar konusunda yardımcı olabilmek. Ayrıca kıyafetlerinizle farklılık yaratmak zorunda değilsiniz. Ben bu yüzden kafamı çevirmeden önce çok dikkatli bir şekilde gördüğüm stili inceliyorum, çünkü inan bana detaylar çok şaşırtıcı olabiliyor. Takılan bir takı veya bir ayakkabı sizi büyülemeye yetebiliyor. Ben de tüm bunlara dikkat ediyorum. Fotoğraftan öte paylaşmak istediğim şey, stillere dair fikirler. Bu fikirleri ise farklı bir yorumla aktarmaya çalışıyorum.


Bu sokak modası fotoğrafçılığı işini nerelere götürmek istiyorsun? Var mı geleceğe dair planlar, uçuk kaçık hayaller?

Sokak modası fotoğrafçılığı benim her zaman yapacağım bir iş, asla vazgeçmem ama ilerlemek istediğim farklı alanlar var. Özellikle erkek modasına karşı çok büyük bir ilgim var ve styling alanında erkek modası üzerine yoğunlaşmayı planlıyorum. Bu yüzden erkek moda haftalarında çektiğim fotoğraflar benim vizyonum için çok önemli. Şimdi önümde katılacağım Pitti Uomo, Milan Men ve Paris Men Fashion Week ve ayrıca WGSN’nin Pitti Uomo’da düzenlediği Menswear S/S’13 konferansı var.

Sokak modası fotoğrafçılığı konusunda gerçekten iyi olduğuma inandığım bir zamanda ise hem bir sergi yapmak hem de çektiğim fotoğrafları kitap haline dönüştürüp insanların elinin altında durabilecek bir rehber hazırlamak istiyorum. J


Biraz da senin kişisel stilinden bahsetsek? Stil kodların, stilinde olmazsa olmazların, asla’ların nelerdir?

Asla siyah ince külotlu çorap giymem herhalde. Benim androjen bir stilim vardır ama zaman zaman bu durum değişiyor ve feminen yanım ağır basabiliyor. Yine de sade ama iddalı olmayı tercih ediyorum. Jil Sander bu yüzden favorimdir. Bazen de Dolce & Gabbana’nın dantellerini çalmak istiyorum. Moduma bağlı sanırım, yine döndük dolaştık o noktaya geldik. J Topuklu ayakkabılar, blazer ceketler, skinny pantolonlar olmazsa olmazım. Renk konusunda ise demir başım siyah ve beyazdır. Bir de çiçekli, fırfırlı elbiselerle pek aram yoktur. Kate Lanphear ve Emmanuelle Alt, stil olarak kendime en yakın bulduğum isimlerdir.

Bu aralar ne okuyor, ne dinliyor ve ne izliyorsun?

Bu aralar babamla birlikte nefes terapilerine sardık, bu yüzden Mustafa Kartal kitaplarını okuyorum. Bir de Mehmed Rauf’un Eylül kitabını okuyorum. Müzik olarak ise Lana Del Rey, Selah Sue ve İstanbul Devlet Modern Folk Müziği Topluluğu’nun çıkarttığı “ Yorumlar” albümünü dinliyorum. Son zamanlarda bir şey izleyemedim ama The Avengers, bir Marvel hastası olarak aklımda.

Teşekkürler. J

Fotolar: Style Tao

10 Haziran 2012 Pazar

STYLE QUEEN: Yeni Saçlar!


Son zamanlarda yazılarımı saçlar üzerine yazmış olmam, kendi saçlarımda da değişiklik aradığımın bir belirtisiydi aslında. Bunu en son yazdığım yazıda da açık açık dile getirmiştim zaten. Ve o yazı, hiç tanımadığım kişilerle “Ben de değiştirmek istiyorum” ya da “Şu model çok güzel” diye başlayan o kadar içten mailleşmelerin başlangıcı oldu ki, saçlarımdaki değişikliği paylaşmak boynumun borcu oldu sanki. J

Dünya için küçük, kendim içinse büyük bir değişiklik yaptım ve saçlarımı kısalttım. Evet, bu görmüş olduğunuz kısalmış hali. Eski halinin ne kadar uzun olduğunu da siz tahmin edin. Rengi de biraz değişti. Saçta ara tonları seviyorum sanırım; küllü sarı gibi, dore kahve gibi.


Benden küçük bir tavsiye: Saçınızı değiştirmek isteyip de ne yapacağınızı bilemediğinizde her zaman klasikleşmiş saçlardan ilham alın; çünkü bir Mia Farrow, bir Farah Fawcett ya da bir Veronica Lake saçının kötü olması gibi bir ihtimal neredeyse yoktur.

Üst: Bershka / Jean: Berlin'den / Saç Bandı1 Erkek 1 Kadın 1 Dükkan

7 Haziran 2012 Perşembe

LIZ'SPIRATION BOARD #2


  • Saçlarımı ne yapsam, ne etsem diye düşündüğüm şu günlerde en büyük ilhamımı saçları her daim güzel olmuş bir kadından, Brigitte Bardot’dan alıyorum. Yukarıda görmüş olduğunuz iki fotoğrafında da sarının farklı tonlarını nasıl da güzel taşıyor. Et Dieu crea la Brigitte!
  • 60'lı yıllarda geçen ve Pan Am hosteslerinin maceralarını konu edinen Pan Am adlı dizi de bir başka ilham kaynağım. Kostümler, makyaj, saç, her bir şey muh-te-şem.
  • Korkusuz, çizginin dışına çıkan, yaratıcı, cesur tasarımları podyumlarda görmek beni her zaman heyecanlandırmıştır. Australia Fashion Week 2012’deki Romance Was Born defilesi de bunlardan biriydi. Çizgi romanlardan esinlenen bu koleksiyondan bir kuple için tık tık.
  • Stella McCartney yalnızca tasarımlarıyla değil, hayattaki duruşuyla da beni derinden etkileyen bir tasarımcı. Tasarımlarında asla gerçek deri ve kürk kullanmayan, etik modanın temsilcisi bu kadını herkes kendisine örnek almalı.
  • Fotoğrafçı Cindy Sherman, Marc Jacobs Resort 2013’ün ilham kaynağı, Marc Jacobs ise hepimizin. Şu koleksiyonun güzelliğine bir bakın!
  • Podyumlardaki, dergilerdeki moda güzel ama sokaktaki bambaşka. Yalnızca ben değil, en büyük tasarımcılar bile sokaktan besleniyor. Bu beslenmeye şüphesiz ki en büyük katkıyı da Paris’in, Stockholm’un, Tokyo’nun modasını ayağımıza getiren sokak modası fotoğrafçıları sağlıyor. Favorilerimden biri ise The Sartorialist.
  • Çılgın bir bahar temizliği yaparken bulduğum bir koca kutu dolusu ortaokul ve lise yıllarımdan kalma mektuplar, eskiye olan özlemin 2000’lerde neden bu kadar tavan yaptığı üzerinde bir kez daha düşünmeme vesile oldu. Çünkü eskiden dokunabiliyorduk her şeye. Mektuplara, fotoğraflara, plaklara dokunabiliyorduk. Ve dokunmak, hissetmektir. Bu nedenle eskiye dair olan her şey, bana ilham vermeye devam edecek.
  • Emin olamadığında kırmızı giy, diyor Bill Blass. Burada kalsın bu tümce, ilham vereceği zaman elbette ki gelecektir.
  • Lomo’lar! Evimin bir duvarına sıra sıra raflar döşeyip, bu rafları rengarenk lomo’lar ile kaplamak istiyorum. Kolye niyetine boynuma, bilezik niyetine bileğime dolamak istiyorum. İSTİYORUM.

3 Haziran 2012 Pazar

BEAUTY QUEEN: Yeni Bir Saç Hayatınızı Değiştirebilir Mi?


Kadınlar tarihler boyu hayatlarında kötü giden birtakım şeylerin sonucunda soluğu hep kuaförde almışlardır. Erkekler bunu pek anlayamamış ve bir depresyon belirtisi olarak görmüşlerdir ama bence bu daha çok “yeni bir hayata başlamak için evrene gönderilen bir sinyal”dir. Çünkü kadınlar içgüdüsel olarak bilirler ki; yeni bir saç kesimi ya da rengi, hayatı tamamen değiştirebilir.


Ortaya attığım bu “Yeni bir saç, hayatınızı değiştirebilir” tezini doğrulayacak bir sürü kanıt var elimde. Bu kanıtlar birçoğunuzun sevdiği, örnek aldığı ve takip ettiği isimler aynı zamanda. Bunlardan ilki Lana Del Rey. Kendisi son dönemin en çok konuşulan, en çok dergi kapaklarını süsleyen isimlerinden biri. Canlı performanslarından ötürü pek çok eleştiri alsa da, insanlar onu Amy Winehouse ile mukayese etmeden de duramıyor. Lakin şöyle bir durum var; Lana Del Rey, bizim tanıdığımız ve sevdiğimiz halinden önce Lizzy Grant adı altında da albümler çıkarıyordu ve ne yazık ki pek tutunamamıştı. Lizzy Grant platin saçlıydı ve Del Rey’in şimdiki kızıl saçlı ve retro görünümlü halinden milyonlarca ışık yılı uzaktaydı. Anlayacağınız Lana Del Rey kendisini baştan yarattı ve bu değişime en büyük katkılardan birini de içimizde fotoğrafını alıp kuaföre koşma isteği uyandıran saçları sağladı.


The Girl with the Dragon Tattoo filmi, Rooney Mara’nın ilk büyük gişeli filmlerinden değildi, onun hemen öncesinde bir de The Social Network var. Mark Zuckerberg’in üniversite yıllarındaki kız arkadaşı rolünde karşımıza çıkan Rooney’e kaçımız dikkat ettik? Filmden çıktığımızda “Koskoca Facebook bile bir kız yüzünden kurulmuş” gibi dedikodular yaptık ama bu kızı oynayanın kim olduğunu bir kere bile sorgulamadık. Aynı kız sonra The Girl with the Dragon Tattoo filmi için saçları siyaha boyattı, kahkül kestirdi, daha sert, daha vamp ve daha dominant bir karakter olarak karşımıza çıktı. Sonuç? Yeni stil ikonu ünvanı, kapaklarını süslediği onlarca dergi ve yepyeni bir kariyer.


Anja Rubik, 2000’lerin en başarılı modellerinden biri. Vogue Paris de bu konuda benimle aynı fikirde. Peki Anja’nın adını en çok duyduğumuz, karşımıza eskisinden daha çok çıkmaya başladığı ve eskisinden daha çok tercih edilir bir model haline geldiği dönem ne zamana tekabül ediyor? Tabii ki de saçlarını kısacık kestirdiği zamana. Kendisi de zaten “Saçlarımı kestirince kendimi daha feminen hissetmeye başladım” demiş.


60’lar denilince ilk akla gelen isimlerden biri şüphesiz ki Twiggy. Kocaman gözleri, kısacık saçları ve çırpı bacaklarıyla hala birçok tasarımcıya ilham veriyor. Peki nasıl oldu da dönemin birçok modeli arasından sıyrılıp bu kadar öne çıktı ve daha da önemlisi bir ikon haline geldi? Bunu kendisi açıklasın, söz sende Twiggy: “Ne zaman ki saçlarımı kısa kestirdim, o zaman insanlar beni fark etmeye başladı ve popüler oldum.

Daha onlarca isim sıralayabilirim böyle, ama bu örneklerle işin özünü anlattığımı düşünüyorum. Doğru saç rengi ve kesimi; size yeni bir hayat, başarı ve daha da önemlisi mutluluk getirebilir. Saçlarınızı hafife almayın. J

Fotolar: HawtCelebs, Zap2it, Celebs101, Monocache
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...