Düşünün; öyle bir yerdesiniz ki tek bir korna sesi bile havayı kirletmiyor, yayalar için kırmızı ışık yansın yanmasın, arabalar size yol veriyor. Düşünün ki kimsenin acelesi yok; benim gibi metronun kaotik ortamından ve sürekli bir yerlere yetişmeye çalışan insan sürüsünden rahatsız olan birisi bile o yerde metroyu sevebiliyor. Düşünün ki böyle İstiklal Caddesi gibi bir yolda, şıpıdık terliklerinizle ve denizden yeni çıkmış ıslak vücudunuzla yürüyebiliyorsunuz, hatta utanmadan Burberry’nin önünde durup vitrinlere bakabiliyorsunuz. Bu arada yanınızdan az sonra sanki bir ödül törenine katılacakmışcasına şık bir kadın geçebiliyor. Ha, tabii bir de öyle bir yer düşünün ki gündüz Marmaris, gece İstanbul olsun, ya da şöyle diyeyim; İstanbul’un denize girilebilen versiyonundan olsun.
Düşünün; öyle bir yerdesiniz ki patronunuzun size verdiği yarım saatlik yemek molası nedeniyle acele acele midenize doldurmak zorunda kaldığınız tatsız öğle yemeğinizi bir seremoniye dönüştürebiliyorsunuz. Bu seremoniye ister bir arkadaşınızı ortak edip dedikodu yapabiliyor, ister yemeğinizi yiyip, arkasından eve gidip biraz kestirebiliyor, çok zorlarsanız denize bile girebiliyorsunuz. Çünkü öyle bir yerdesiniz ki burada “siesta” denen bir şey var. Düşünün ki her şey keyif üzerine inşa edilmiş, öyle ki bunca yıldır diyetisyenlerin kafamıza vura vura soktuğu “ saat 18:00’dan sonra yemek yemeyin.” kuralı burada işlemiyor; akşam yemeklerinin 21:00’dan sonra başladığı, çeşit çeşit tapas’ların mideye indirildiği, yanında kafam kadar, belki daha da büyük sangria’ların tüketildiği bir cumhuriyet burası. Her şeyi geçtim, sangria’nın en iyi yapıldığı yerdesiniz!
Düşünün; öyle bir yerdesiniz ki orada evde, kafelerde, barlarda değil, en çok sokaklarda eğleniyorsunuz. Çünkü o yerde adım başı bir performans sanatçısı, bir müzisyen, bir ressam var. Sonra çimlere yayılmak için kalkıp taa Caddebostan’a gitmek zorunda kalmıyorsunuz. Herhangi bir yerde yeşillik gördüğünüzde yayılabiliyor ve evsiz muamelesi de görmüyorsunuz. Sonra sokaklarda elinizde içkinizle yürüdüğünüzde polis yanınıza yanaşmıyor, şayet olur da yanınızdan sizin gibi içkisiyle geçen birisi olursa da -ki olacaktır- size tüm gülümsemesiyle “Hola!” diyebiliyor ve içkisini sizinkine tokuşturabiliyor.
Düşünün; öyle bir yerdesiniz ki futbol ile alakanız olmamasına rağmen, ya da en fazla bir dişinin olabileceği kadar alakalıyken, kendinizi kazanılan bir maç sonrası sokaklarda bulabiliyorsunuz. Üstelik o takımı belki de tutmuyorsunuz ve dahası o ülkenin vatandaşı bile değilsiniz! Ama gelin görün ki o ülkenin vatandaşından bile daha fazla kendinizi oraya ait hissedebiliyorsunuz. Sokaklardaki karnavalın, sevincin bir parçası olabiliyorsunuz. Bir tahta parçasını elinize alıp, davul gibi çalmaya başlayıp, sabaha kadar diğer insanlarla birlikte, sokağın tam da orta yerinde, Afrikalı bir kabilenin üyesi gibi müzik yapıp dans edebiliyorsunuz. Sesiniz kısılıncaya kadar bağırabiliyor, sevinç kutlamalarının bir parçası olan balkondan sokağa su atma seanslarından birinde ıslanabiliyor, ama bunu umursamadan kaldığınız yerden devam edebiliyorsunuz.
Düşünün; öyle bir yerdesiniz ki burada da her şey güllük gülüstanlık gitmiyor tabii, insan bazı zorluklarla karşılaşabiliyor. Mesela her sokağın köşesinde karşınıza çıkan pastacı ve şekerlemecilere karşı koymak için özel bir çaba göstermeniz gerekebiliyor. Sonra canınızın sagria mı yoksa mojito mu çektiğini anlamak için oldukça düşünmeniz gerekebiliyor. (Muhtemelen sonunda ikisi de peş peşe içiliyor.) Gaudi’nin bir eserinden diğerine koşarken aklınız bir öncekinde kalabiliyor. Picasso müzesinin sonuna gelince insanın üzerine bir hüzün çökebiliyor.
Sonra öyle bir yer düşünün ki bir rüya ise hiç uyanmamak, bir yalansa sürekli tekrarlayıp büyük bir yalancı olmak, bir şeytansa ona uymak istiyorsunuz. Ama bitmesini hiç ama hiç istemiyorsunuz…
Viva Barcelona!