27 Ekim 2011 Perşembe

Hikayen Ne?: Burçe Bekrek (Tasarımcı)

İşlerini uzun zamandır takip ettiğim ve oldukça beğendiğim bir tasarımcı Burçe Bekrek. Yalnızca tasarımcı demek de pek doğru olmaz; kendisi, imaj danışmanlığı üzerine eğitim almış, Yeditepe Üniversitesi’nde moda editörlüğü dersleri veren bir tasarımcı. Kendi adını taşıyan markasının A’dan Z’ye her şeyinden sorumlu olduğunu da düşünecek olursak, aynı zamanda bir iş kadını. Hal böyle olunca birazdan okuyacağınız söyleşi, kendi adıma çok keyifli oldu.

İşin bir diğer keyifli kısmı ise Beste Zeybel’in bu blog için çok beğendiğim modellerden biri olan Ezgi Bozkurt’u ( şuradan portfolyosuna bakarsanız ne demek istediğimi anlayacaksınız) Burçe Bekrek tasarımları içinde fotoğraflamasıydı. Hem Beste’ye, hem Ezgi’ye, hem de Burçe’ye ayırdıkları zaman için çok teşekkür eder ve sözü Burçe Bekrek’e bırakırım.

Fotoğraflar: Beste Zeybel, Model: Ezgi Bozkurt, Tüm Tasarımlar ve Styling: Burçe Bekrek

Burçe Bekrek

Olmazsa olmaz bir soruyla başlayalım; bize biraz kendinden bahseder misin Burçe?

Teksilci bir ailenin çocuğu olarak büyüdüm. Babadan gelen mesleğin kendi hayallerimle de örtüşmesi üzerine Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Tekstil ve Moda Tasarımı Bölümü’ne başladım. Bu bölümden dereceyle mezun olduktan sonra Italya’da imaj danışmanlığı üzerine eğitim aldım ve hemen ardından Istituto Marangoni’de başladığım Fashion Styling Masterı’ndan dereceyle mezun oldum. 2008 yılında Fashion TV Moda Ödülleri’nde en iyi gelecek vadeden moda tasarımcısı ödülünü aldım ve Yeditepe Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Tekstil ve Moda Tasarımı Bölümü’nde devam ettiğim akademik kariyerime başladım. 4 senedir Yeditepe Üniversitesi Moda Tasarımı Bölümü’nde moda editörlüğü dersleri veriyorum. Burçe Tekstil bünyesinde konsept ve trend danışmalığı yaparken bir yandan da kendi ismimle kurduğum markamın çalışmalarına devam ediyorum.


Bir de öğretmen kimliğin var. Yeditepe’de moda editörlüğü dersleri veriyorsun. Öğrencilerine sektöre dair verdiğin ilk tavsiye nedir?

Fashion has no MERCY! Yani, modanın merhameti yoktur. Bahaneleri, bekletmeyi, bekletilmeyi sevmez. Hızlı ve öfkelidir. O yüzden en iyisi öğrenciyken buna alışmanız ve bahaneleri, sorumsuzluğu bir yana bırakıp okuldayken bile profesyonel gibi davranmanız ve bu hıza alışmanız. Benim çoğu zaman ilk dersimde söylediğim ilk şeylerdir bunlar. Zira 4. sınıfa gelmiş ve hala ilkokul mantığını taşıyan çok öğrenci var. Bir sene sonra acımasız bir sektörün içinde olacağından habersiz. “Elektrikler kesildi, gerçekten projemi yetiştiremedim” diyen (ki bunu duydum ben hakikaten) bir mantığı anlamak mümkün değil. Çünkü sektörde “Elektrikler kesildi, valla sezonu yakalayamadım” deme gibi bir lüksünüz asla yok.

Vakt-i zamanında bir röportajını okumuştum. Orada yanlış hatırlamıyorsam “Tasarımlarım benim kendimi ifade etme biçimim” diyordun. Peki kendini özgürce ifade edebildiğini düşünüyor musun? Türkiye’de ifade özgürlüğü konusunda hala çeşitli sorunlar yaşandığını düşünecek olursak, bir Türk tasarımcı olarak kafandakilerin ne kadarını yansıtabiliyorsun? Ya da bu süreçte karşına ne gibi engeller çıkıyor?

Evet düşünüyorum. Kendimi ifade etmek için çok provokatif bir hareket yapmama gerek yok. Böyle yalın ve sessiz şekilde de ifade edebildim diye düşünüyorum. Benim kendimi ifade ederken geçirdiğim süreçte, yani üretimde sıkıntılarım var sadece. Engeller bu noktada. En özgür tasarımı yapabilmek için, üretim konusunda da özgür olabilmeniz gerek. Ama adetler küçük olunca Türkiye’de sıkıntı oluyor. Kimse az adetli şeyleri üretmek istemiyor. Adet az olunca tedarikçin bile sana kumaş vermek istemiyor. Neyse ki dediğim gibi ben tekstilci bir aileden geliyorum. Bu bir şans, kullanabilene tabii... Burçe Tekstil, kumaş üretimlerim için bana destek veriyor ve kendi bünyemde üretemediklerimi yazık ki yerli üreticiden değil, yabancılardan tedarik ediyorum. Piyasa çok büyük değil, işçilik de sıkıntı. İyi modelist, iyi makineci bulmak da zor. Bulduğun insanın sabrı da önemli tabii. Ben şanslıyım ki dünyanın en yetenekli makinecisiyle çalışıyorum. Yoksa tasarımlarımda gördüğünüz el işçiliği bant detayları biraz deli işi. :)



Yine bir röportajında Türkiye’deki moda sektörünü anne karnındaki doğmayı bekleyen bir bebeğe benzetmiştin. N’oldu o bebek, doğdu mu sence? Yürümeye başladı mı?

Hürriyet Daily News röportajı. Üstünden çok geçmedi. Değişen bir şey yok. Kıvranıyoruz hep beraber bence. Daha çok destek, teşvik olsa da yurt dışındaki fuarlara katılabilsek diyorum. Burada yapılan şeyler bizleri oradaki satın almacılarla buluşturmuyor ne yazık ki. Ben şu anda isimlerini saymayacağım fuarlara kabul edildim ve birçoğu direkt kendileri davetiye yollayıp davet etti. Gidemedim. Neden? Maddi imkanlar… Burada ne kadar uzar ne kadar kısalırım bilmiyorum, ama ilk fırsatta yurt dışına bir yerlerden giriş yapmak istiyorum. Hayalim, İskandinav pazarı!

Benim ve pek çok insanın gözünde en beğenilen, bir sonraki adımı en çok merak edilmeye başlanan genç tasarımcılardan birisin. Ama seni henüz İstanbul Fashion Week’de göremedik. İleriki senelerde seni de görebilecek miyiz yoksa katılmamayı mı tercih ediyorsun? Eğer öyleyse neden?

Katılmayı düşünmüyorum. Burada kendimi tanıtmak için defile yapmadım. Ama koleksiyonu iyi de tanıttım, ulaşmak istediğim kitleye ulaştım. Fashion Week’e o kitleden başka kitleler gelecekse ve bunun garantisi varsa, bir dakika düşünmem. Benim için bir moda haftasının amacı “buyer+press”dir. Buradaki moda haftasına ne kadarı geliyor, emin olamıyorum. Diğer moda haftalarından biriyle çakışma olayı belki biraz soruma cevap olabilir ve katılanlardan alınan feedback’ler tabii. Ama sonuna kadar destekliyorum. Yani ben üniversitedeyken böyle bir şeyin hayali bile yoktu. Yapanların eline sağlık. Ama dediğim gibi uluslararası department store’ların buyer’ları geliyor mu? Uluslararası basını buraya çekebiliyor musunuz? Bu sene moda haftası varken benim stüdyoya önemli bir Fransız dergisinden iki editör geldi. Biraz lafladık. Sonra sordum; “Afedersiniz de madem fashion week için geldiniz, niye geziniyorsunuz buralarda?” Soruma cevapları oldukça uzun ve kabul edilirdi. Ellerinde koca bir liste vardı, pek çoğu moda haftasında olmayan tasarımcılardan oluşan bir liste. Bunlarla da ilgilendiklerini, orada göremediklerini ve organizasyona dair sıkıntılarını anlatıyorlardı.



Tasarımcı ve marka işbirliklerine nasıl bakıyorsun? İleride sen de böyle bir şey yapmayı düşünür müsün?

Destekliyorum. Bunun tasarımcılar için çok büyük maddi imkan ve fırsat olduğuna inanıyorum. Az adetlerle, az stokla yapılan ticaretten ne kadar kazanabildiğimizi sanıyorsun? Markalarla yaptıkları işbirlikleri, tasarımcıların kendi markalarında aldıkları nefes bence. Ben çok istiyorum böyle bir şey yapmak. Benim çizgime yakın bir hazır giyim firmasıyla kafa kafaya vermek oldukça keyifli. Ayrıca commercial styling de yapmış biri olarak hem tasarım hem de styling danışmanlığı vermek isterim. Aklımda bir marka var, onlarla havada kalan bir konuşma da var. Ama daha zamanı da var. Yani şu an havada kalsa iyi olur. Zira kendileri gerçekten high level.

Orhan Pamuk yazma ritüelini anlatırken şöyle demiş: En zoru ilk cümle, çok acı veriyor. Ve o ilk cümleyi 50-100 kere yeniden yazdığı olurmuş. Peki senin tasarım ritüelin nasıl gerçekleşiyor? Yeni bir koleksiyonun o “ilk cümlesi”ni ortaya çıkarmak senin için de zor oluyor mu?

Bende ilk cümle kendini ilk stil diyebileceğimiz bir şeye bırakıyor. Aklıma total look şekilde kadının stili düştüyse, gerisi geliyor. İşim görsellerle, tasarımlarımı cümlelere dökmeyi çok sevmiyorum. Ama bu güne kadar hep dökmek zorunda kaldım. Çünkü bu Türkiye’de bir tasarımcıya sorulan ilk soru; “Koleksiyonunuzun hikayesini dinleyebilir miyiz?” Kafası karışık bir insan olduğumdan, beyniyle dili çok senkronize bir insan olamadığımdan, kendimi ifade edeceğim diye kim bilir neler saçmaladım bilemiyorum. Dedim ya benim kendimi ifade biçimim işim, işimse hikaye yazmak değil; giysi tasarlamak, ürün tasarlamak, bir konsept yaratmak. İlk koleksiyon kendi içinde bunu aslında yapıyordu. Ve tamamına bakan içinden isterse kendi hikayesini bulsun. Koleksiyonun ruhunda benim ruhum saklı. Ve birçok kadının aynı şeyleri düşünüp, aynı şeyleri yaşadığını biliyorum. O halde herkesin hikayesi saklı. Benim cümlelerle, şiirlerle bunu anlatmama gerek yok. Bir de mesleğimin styling olmasından ötürü biraz tersten işliyor olabilir süreç bende. Ben önce görselleri düşünüp, bir stil yaratıp kafada, o stili parçalara döküyorum. Yani önce ürünleri tasarlayıp sonra bir bütüne sokmuyorum. O bütünü kafada canlanmazsa, görsellere dökülmezse biraz o Orhan Pamuk acısı bende de olur.



Yaptıkların yapacaklarının ne kadarı Burçe? İlerisi için ne gibi planların var?

İddialı cümlelerin, uzun vadeli planların insanı değilim. Kısa vadede yurt dışını istediğimi söyledim. Uzun vadeli hayaller kurmam. Geleceğe çok fazla tutunmaya çalışınca anı kaybettiğimi hissediyorum. Var olan enerjimi şu an için elimden gelenin en iyisini nasıl yaparım sorusuna yönlendiriyorum. Yaptıklarım daha çok az, yolun da başı. Bekleyip beraber görelim yol beni nereye götürecek.

Bir kadın ne giyerse asla kötü olmaz?

Little black dress!

Yaratıcılıklarına hayran olduğun tasarımcılar?

Maison Martin Margiela, Phoebe Philo,Riccardo Tisci, Jonny Johansson, Raf Simons, Michael Colovos ve Nicole Garrett, Guillaume Henry.


Tasarımcı kimliğini bir yana bıraktığımızda geriye kalan Burçe Bekrek nasıl biri? Tasarım yapmadığında neler yapıyor, nelerden keyif alıyor?

Burçe genelde çalışıyor, son bir senedir tek boş günü Pazar olduğundan, artık nelerden keyif aldığını da pek hatırlamıyor. :) Şaka bir yana gerçekten tek boş günüm Pazar, yani hangi sevdiğime ayırsam bilemediğim bir gün. Burçe yine de işe giderken ve gelirken yolda geçen sürede jazzını dinleyip, kitabını okuyor. En sevdiği şey, sevdikleriyle kalabalık sofralarda şaraplı, sohbetli yemekler. Kuzguncuk ve Arnavutköy’e bayılıyor. Kafası attı mı Üsküdar’dan Çengelköy’e kadar yürüyor. Arada güzel sergi açılışı, event, davet vs. olursa oralara katılıyor. Sergi açılışı dışındakilerde çok durmuyor, zira kafası kaldırmıyor. Geri kalan her şey ve her gün için atölye ve showroom! Paha biçilemez.

Ve son olarak sevdiğin bir kitap, bir şarkı, bir film?

Italo Calvino-Palomar / Billie Holiday-My Melancholy Baby / Breakfast at Tiffany’s

*** Bütün fotoğraflar bu blog için Beste Zeybel tarafından çekilmiştir. Lütfen izinsiz kullanmayınız.

20 Ekim 2011 Perşembe

Platonik Aşk: Elie Saab Floral Sequin Gown


Bu görmüş olduğunuz harikalar harikası tam da doğum günümde, yani bugün karşıma çıktı. Sonra düşündüm de, insanlar en azından bir günlüğüne de olsa kendilerini prenses gibi hissedebilmeliler, şımartmalılar. Şımartılmalılar. Ve ben bunun için doğum günlerinden daha güzel bir gün daha bilmiyorum. Peki Elie Saab'ın ellerinden çıkma bu elbisenin içinde bir prenses gibi hissetmemek, şımarmamak mümkün mü? Hem bir günlüğüne de değil, onu giydiğin her an seni şımartmaya devam edecek. İşte ben bu elbiseye sırf bu yüzden aşık olabilirim.

Bu elbise ile tanışmamızın şerefine, doğum günü kızı olarak bana ve bugün doğan herkese geliyor:

Şarkımız: The Beatles - Birthday

* Platonik Aşk'ın çiçeği burnundaki Facebook sayfama daha çok yakışacağını düşündüğüm için bu bölümü oraya taşımaya karar verdim. O yüzden sizi şöyle alalım: tık tık :)

18 Ekim 2011 Salı

Bir İfade Biçimi Olarak Moda


Nedir moda? Dillere pelesenk olmuş tanımıyla insanın kendine yakışanı giymesi mi? Sözlük anlamıyla değişiklik gereksinimi veya süslenme özentisiyle toplum yaşamına giren geçici yenilik, belirli bir süre etkin olan toplumsal beğeni mi? Paulo Coelho’nun Kazananlar Yalnızdır adlı kitabında dediği gibi ‘Ben sizin dünyanızdanım, sizinle aynı üniformayı giyiyorum, bu nedenle beni vurmayın” deme biçimi mi? İnsanları tüketime teşvik eden, hatta buna zorlayan başlıca araçlardan biri mi? Her 6 ayda bir bizlere söylenen bir yalan mı? Her sezon ne giyeceğimizi, nasıl gözükmemiz, nasıl olmamız gerektiğini bize dikte eden bir diktatör mü? Körü körüne takip ettiğimiz bir akım mı? Bir ihtiyaç mı? Yoksa Barbaros Şansal’ın da dediği gibi insanların cinsel, dinsel, fiziksel, kültürel, ekonomik ve siyasi haberleşme biçimine verilen olgunun adı mı?

Latincede oluşmayan sınır anlamına gelen modus kelimesinden türeyen moda, sadece bir giyinme kültürü olmanın ötesinde, aynı zamanda günlük hayatta kullandığımız bir sözsüz iletişim aracı, bir ifade biçimidir. Giydiklerimiz; iletişim sürecinde kullandığımız öğelerden biri, birer sembol, karakterimizin dışa vurumu ya da insanların bizi algılamasını istediğimiz şekilde kendimizi yansıtmaktır. Sözlerden önce giydiklerimizle ‘ötekilere’ mesaj yollarız. Giydiklerimiz aracılığıyla diğer insanlarla inançlarımızı, tuttuğumuz takımı, cinsel kimliklerimizi, siyasi görüşümüzü, ekonomik durumumuzu paylaşırız. Bu bağlamda moda aslında kim ve ne olduğumuzu başkalarına söylemek, ben buradayım demektir. Bir birey olarak kendimizi diğerlerinden ayırmak demek olduğu gibi, aynı zamanda kendimiz gibi olanlarla da iletişime geçmek demektir. Dünyaya kıyafetler aracılığıyla söyleyecek bir şeylerimizin olmasıdır. Bir dildir.


Bu oluşmayan sınırı oluşturan ise aslında bizim zevklerimiz, düşüncelerimiz, tercihlerimiz ve inançlarımızdır. Tuttuğumuz takımın formasını giyip, diğer bütün takımların formasını giymeyi reddetmek, kendi kendimize belirlediğimiz bir sınırı ifade eder. Yani, aslında… Öyle olmalıdır.

Ama gerçekte öyle mi? Mesela Taksim’in göbeğinde Beşiktaş’ın renkleri olan siyah-beyaz bir eşofman altı giydiğiniz için öldüresiye dövülebilirsiniz. Türbanlı olduğunuz için okulunuza alınmama tehlikesiyle karşılaşabilirsiniz. Ya da en basitinden, erkek olduğunuz için pembe renkli bir şeyi giymeden önce on defa düşünmelisiniz. Mini eteğinizle sokağa çıkarken tecavüze ortak olduğunuzu bilmelisiniz. Yani sansür sadece Youtube’da mı? Blog’ların kapatılmasında mı? Basılmamış kitapların toplatılmasında mı? Moda aynı zamanda bir ifade biçimiyse ve ifade özgürlüğümüz yoksa, giydiklerimizde ne kadar özgür olabiliriz? Ya da şöyle sorayım: Eşcinselliğin bir hastalık olarak nitelendirildiği, cinsel kimliklerimizi saklamamız gerektiğinin öğretildiği, kitapların, dergilerin yasaklandığı, düşünmenin bir suç olduğu ve ifade özgürlüğünün olmadığı bir toplumda yaşarken ne kadar kendimiz olabiliriz? Bu ‘oluşmayan’ sınırı kimler oluşturuyor, çizgilerini kimler çiziyor? Hem de bizim adımıza, bizim yerimize.

Sansür güneş gözlüğü

Siyah-beyaz fotoğraflar iyidir ama insan bazen kırmızıyı da görmek ister, maviye de ihtiyaç duyar, canı bazen sarı çeker. Bu renklerin birbiriyle karışmasıyla başka renkler çıkar ortaya, renkler çoğalır, hayat renklenir ve inanın bana turuncu, pembe ya da başka bir renk olmayı istemek suç değildir.

Hayatı renkleriyle kabul edebildiğimiz, renklerden korkmadığımız bir yer hayal ediyorum. Hayal ama, belki gerçek olur.

*Bu yazı Size Magazine #4: Sansür için yazılmıştır.

Fotolar: Buzznet, Hyperallergic, What The Cool

16 Ekim 2011 Pazar

Stil Günlüğü: Deniz Saatçioğlu

Deniz Saatçioğlu-İktisat Mezunu/Blogger, İstanbul


Bugün ne giyiyorsun?
Üzerimde H&M yelek, Polo Garage pantolon, Mango hırka, Go Jane bot ve Max Mara çanta var. Bilezik ise Atlas Pasajı'ndan.

Bu kombini hazırlayıp evden çıkman ne kadar sürdü?
Sabah kalkıp evden çıkacaksam, mutlaka gece yatmadan önce giyeceklerime karar verip hazırlarım. Süresi duruma göre değişir. Bazen ilk elimi attıklarımı beğenirim, bazen yarım saat uğraşır, yine de karar veremem. Bu kombine sanırım 7-8 dakikada karar verdim.

Nereye gidiyorsun?
Sinemaya, Filmekimi’ne.

Stilini nasıl tanımlarsın?
Ruh halim gibi, çok değişken. Eklektik diyebiliriz aslında, bazen chic boho, bazen rock.

Nerelerden alışveriş yapmayı seviyorsun?
Her yerden keyifle alışveriş yapabilirim. Arkadaşlarımın hiçbirinin içeri girmeyeceği kadar saçma mağazalardan bile kendime göre bir şeyler bulabilirim. Pazardan, ikinci el mağazalardan alışveriş yapmayı da severim ama en çok sevdiğim mağazalar tabii ki kafamdaki her şeyi bulabildiğim H&M, Zara ve Topshop.


En son ne aldın?
Ayakkabı tabii ki. :)

Herkesin bilmediği, kendi keşfin bir alışveriş yeri önerisi?
Beyoğlu’nun arka sokaklarındaki ikinci el mağazalar.

Ne dinliyorsun?
Genelde klasik rock, blues ve funk dinlerim. Müzikte ne varsa eskilerde var diye düşünenlerdenim. Son zamanlarda en çok Adele ve Superheavy dinliyorum.

Ne okuyorsun?
Murat Menteş- Korkma Ben Varım

14 Ekim 2011 Cuma

HEDİYE: Gimora'dan Altın Kolye ve İnci Küpe

Çok değil, daha dünkü yazıda Marilyn Monroe’nun stilinden, cazibesinden ve mücevherde gösterişi sevdiğinden bahsetmiş ve pırlantaları en yakın arkadaşımız ilan etmiştik. Marilyn Monroe’nun sihrinden mi, yoksa hepimizin aynı anda Marilyn’in mücevherlerine imrenerek bakıp secret yapmasından mı bilemeyeceğim, ama her ne yaptıysak işe yaradı. Evren mesajımızı aldı, Gimora’ya yolladı ve şimdi Gimora bir Lizard Queen okuyucusuna harika takılar kazanma şansı tanıyor.


Gimora; yalnızca özel tasarım aksesuarların yer aldığı, yurt içi ve yurt dışından tasarımcıları tek bir çatı altında toplayarak bizlerle buluşturan bir online alışveriş sitesi. Gimora’da karşımıza çıkan pırlantalarla bezeli bilezikler, tektaşlar, inci kolyeler, beyaz altın yüzükler ve yakut, safir ve zümrüt gibi değerli taşlarla süslenmiş küpeler “en yakın arkadaşımız” olmak için bize göz kırpıyor gibiler. Özlem Mardin, Bayta Kebudi, Alex Monroe, Sema Karcı, Isabelle Zumbrunn ve Vanessa Boultton ise sitede ürünlerini bulabileceğiniz tasarımcılardan sadece birkaçı.

Şimdi ise gelelim olayın en heyecanlı kısmına. Hediye edilecek ürünleri kendi ellerimle seçtiğim için sanki benim olacaklarmışçasına heyecanlandım. Onca güzel ve parıltılı takının arasında geçirdiğim zorlu saatlerin ardından şu ikisinde karar kıldım (Ama aklım Özlem Mardin’lerde de kalmadı değil.):


Zargun İnci Küpe (ürün detayı için tık tık) ve Alex Monroe Dragonfly Altın Kolye (ürün detayı için tık tık) Yemin ederim bu işte Marilyn’in parmağı var, Alex’in soyadını şimdi fark ediyorum!

Bu yukarıda fotoğraflarını görmüş olduğunuz iki ürün yalnızca bir kişinin olacak. Peki nasıl olacak? Hemen açıklıyorum:

  • İlk önce gimora.com’a gidiyor ve üye oluyorsunuz.
  • Sonra Google Friend Connect üzerinden blog’un izleyicisi oluyorsunuz.
  • Blog’unuz varsa blog’unuzdan bu çekilişi duyuruyorsunuz. Blog’unuz yoksa üzülmeyin. Ona da hemen çözüm buldum: Lizard Queen Facebook sayfasındaki şu linki 'share' butonuna tıklamak suretiyle (like değil, share!) paylaşıyorsunuz. Hepsi bu! Yalnız bir başkasının paylaştığını değil de mutlaka benim duvarımdakini share edin, böylece ben de takibini yapabileyim. (Facebook sayfasını yalnızca bu çekiliş için açtığımdan ne kadar boş olduğunu görüp de korkmayın lütfen. :) )
  • Ve son olarak bu yazının altına yorum bırakıyorsunuz. Blog üzerinden çekilişi duyuranlar, yazının linkini de eklemeyi ihmal etmesinler. :)

Çekiliş 31 Ekim günü saat 23:59’da sona erecek ve kazanan random.org üzerinden yapılacak bir çekilişle belirlenecek. Yarışma yalnızca Türkiye'deki katılımcılara açık.

İyi şanslar!

13 Ekim 2011 Perşembe

Nasıl Marilyn Monroe Olurum?

Marilyn Monroe; hiçbir zaman eskimeyecek, demode olmayacak ve unutulmayacak bir kadın. O, dünya döndükçe beyaz elbisesinin eteklerini uçurmaya, sapsarı saçları ve kıpkırmızı dudaklarıyla ilgi odağı olmaya, Chanel No. 5 ile beraber anılmaya ve “Diamonds are a girl’s best friend” demeye devam edecek, ediyor da. Tişörtlerimizin, çantalarımızın, koltuklarımızın, saatlerimizin, kolyelerimizin, nevresim takımlarımızın üzerinde yaşamaya ve kendini sürekli hatırlatmaya devam ediyor.

Bu sene ise kendisi ününe ün katacak gibi gözüküyor, bu yıl tam anlamıyla –yine, yeni, yeniden- bir Marilyn yılı olacak. Tabii 4 Kasım tarihinde vizyona girecek olan My Week with Marilyn adlı filmin bunda etkisi büyük. Şimdiden dergileri Marilyn esintili çekimler süslemeye başladı bile.

Bunlardan biri My Week with Marilyn’de Marilyn Monroe’yu canlandıran Michelle Williams’ın Marilyn olarak Vogue sayfalarında boy gösterdiği çekim.

Vogue US, Ekim 2011

Bir diğeri de Lovecat için yapılan Marilyn Off Duty adlı çekim. Bu çekimde Andrej Pejic modern görünümlü bir Marilyn Monroe’yu canlandırıyor.

Lovecat Magazine #2

Hazır Marilyn Monroe olmak bu kadar revaçtayken ve hazır Halloween de yaklaşıyorken biz neden fırsattan istifade etmeyelim? Günlük hayatımızda otellerde ünlü taklidi yapan animatörler gibi gözükmemek için bir kısmını (mesela yalnızca makyajını), Halloween’de ise pekala hepsini uygulayarak Marilyn olabiliriz. Peki ama nasıl olacağız?

Marilyn olmanın en önemli kısmı saç ve makyaj. İsterseniz Gentlemen Prefer Blondes filmindeki pembe elbisenin aynısını bulun, ama saçınız ve makyajınız Marilyn’inki gibi değilse ne yazık ki yalnızca pembe elbise giymiş biri gibi gözükeceksiniz. Saçınız zaten platine dönük bir sarıysa işiniz çok kolay; ihtiyacınız olan tek şey bigudi ve biraz sprey. Ama koyu saç rengine sahipseniz de üzülmeyin, bu sefer de peruklar imdadınıza yetişecek.

Aşağıda iki video var; ikisinde de nasıl Marilyn olunacağı anlatılıyor. Birinde peruk kullanılırken, diğerinde bigudiler yardımıyla nasıl Marilyn saçına sahip olunabileceği gösteriliyor. İkisinde de sonuç Marilyn, yani muhteşem. (İkinci videonun oldukça komik olduğunu da ekleyeyim.)





Saç ve makyaj hazırsa işin en önemli kısmını halletmişsiniz ve artık giyinmeye başlayabilirsiniz demektir. Halter elbise, Marilyn Monroe olma yolundaki kurtarıcınız olacaktır. Marilyn Monroe’nun The Seven Year Itch filminde giydiği beyaz halter elbiseyle ikonikleştiğini düşünecek olursak, beyaz halter elbise tercih etmeniz çok doğru bir seçim. Ama onu çok klişe buluyor ve başka bir şeyler denemek istiyorsanız, o zaman tercihinizi kalem etek ve üzerine gömlek ya da kazaktan yana kullanabilirsiniz. Yaka hattı kalp şeklinde olan veya straplez bir elbise ile beraber giyeceğiniz uzun eldivenler de işinizi görecektir. Zaten bu iki elbise, Marilyn’in en sevdiği elbise modelleri arasında yer alıyor. Marilyn Monroe’ya göre bir kadının vücudu saklanmamalı, aksine gösterilmeli. Bu nedenle her ne giyerseniz giyin, kıyafetin vücudunuza oturduğundan emin olun. Renk tercihinizi ise Marilyn’in en sevdiği renklerden, yani krem, siyah, bej, şampanya, kırmızı, kahverengi ya da beyazdan yana kullanın. Mücevher ise Marilyn’in stilinin kilit noktasını oluşturuyor. Kıyafetinizi göz alıcı bir bilezik, kolye veya küpe ile süslemeyi unutmayın. Ayakkabıya gelince mutlaka ama mutlaka topuklu olmalı. Burnu açık topuklu bir ayakkabı ile görünümünüzü tamamlayın.

Saçınız ve makyajınız hazır, kıyafetiniz tamam. O halde evden çıkmaya hazırsınız. Çıkmadan önce gün içinde tazelemek için kırmızı rujunuzu çantanıza atmayı ve Chanel No. 5 sürmeyi unutmayın. Bütün bu hazırlıklar esnasında ise playlist’iniz hazır ve nazır olsun.


Fotolar: Andrej Pejic, Fashion Gone Rouge

10 Ekim 2011 Pazartesi

Louis Vuitton İlkbahar/Yaz 2012 Koleksiyonu

Dışarıda feci bir yağmur var. Hava kasvetli ve insanın sokağa çıkası gelmiyor. Sadece bu da değil; hava bütün giyinme yeteneğimize resmen meydan okuyor ve sanki şöyle diyor: Bu havada da şık olabilecek misin? (ve kötü kadın gülüşü)

Ama birkaç dakikalığına da olsa bize kendimizi iyi hissettirebilecek, yazın güzel atmosferine bizi ışınlayabilecek bir şey biliyorum; cupcake tadında, bir kutu şekerleme görünümünde. Neden mi bahsediyorum? Tabii ki Louis Vuitton İlkbahar/Yaz 2012 koleksiyonundan.


Bir süredir “Marc Jacobs Dior’a geçiyor, yok geçmiyor, yok geçiyor” diye konuşulup duruyordu. Kendisi Louis Vuitton için sunumundan tutun, kıyafet ve aksesuarlara kadar öylesine harika bir koleksiyon hazırlamış ki; insanlar defilenin ardından böylesine göz kamaştırıcı bir koleksiyonun ancak veda amaçlı hazırlanabileceğine kanaat getirdiler.


Koleksiyon, Marc Jacobs’ın Louis Vuitton için hazırladığı fetiş temalı bir önceki koleksiyonundan milyonlarca kilometre uzakta. Defile, üzerinde oturan 48 model ile birlikte dönmeye başlayan bir atlıkarınca ile açılıyor. Çocukluğumuzun müzik kutularını anımsatan bir müzik çalıyor ve modeller tek tek oturdukları yerden kalkarak atlıkarıncanın etrafında yürümeye başlıyorlar. Atmosfer o kadar güzel ki her şeyin önüne geçebilir, tasarımların bile. Ama başta da dediğim gibi Marc Jacobs öyle bir koleksiyon hazırlamış ki, bu harika görsel şov bile koleksiyonun önüne geçemiyor.


Danteller; her taraftan fırlayan papatya motifleri ve puantiyeler; şeker pembesi, buz mavisi, cam göbeği, sarı, beyaz gibi renklerden oluşan renk paleti ve defilenin kapanışını üstlenen Kate Moss ile tam anlamıyla masalsı bir koleksiyon. Marc Jacobs bu koleksiyondaki kadınları hem güçlü hem de kırılgan olarak tanımlıyor. Koleksiyon broderie anglaise tekniğiyle hazırlanmış elbiselerden, çan ve A şeklindeki eteklerden, ceket-etek takımlarından, pastel renklerdeki biker ceketlerden oluşuyor. Koleksiyondaki en öne çıkan detay ise dantel yakalar. Kate Moss’un giydiği elbise de şimdiden birçok kişinin mutlaka edinilmesi gerekenler listesindeki yerini aldı bile.


Detaylara bakıldığında koleksiyon daha da aşık olunası; sepet ve şeffaf çantalar, bantlı ve burnu gümüş rengi olan ayakkabılar, saçta kristal aksesuarlar… İnsanı kocaman bir çay partisi vermeye teşvik ediyorlar.

Bu ladylike esintili, prenses çağrışımlı, pamuk şekeri tadındaki koleksiyonun tamamını aşağıdaki videodan izleyebilirsiniz. Kate Moss’un sahneden inerkenki haline ise ekstra dikkat; iki basamaklı merdiveni tek basamaklıymış gibi inerek bizlere düşme korkusu olmayan modelin ne demek olduğunu gösteriyor. :)



Fotolar: Style.com, Vogue

8 Ekim 2011 Cumartesi

MÜKEMMEL İKİLİ: Sırt Dekoltesi ve Kolye


Hem çekici, hem zarif, hem şık, hem de asil. Hayır hayır, Grace Kelly’den bahsetmiyorum. Birbirine çok yakışan harika ve müthiş seksi bir çiftten bahsediyorum; sırt dekoltesi ve bu dekolteden sarkan bir kolyeden.


Sırt dekoltesi kendi başına bile oldukça cezbedici ve dikkat çekici bir detay zaten. Mesela biraz geriye, 2005 yılı Oscar’larının dağıtıldığı güne gidin, Hilary Swank’in en iyi kadın oyuncu dalında Oscar’ı kaptığı geceye. Peki ya o gece giydiği lacivert Guy Laroche elbiseyi de hatırladınız mı? O elbise gelmiş geçmiş en iyi Oscar elbiselerinden biri olarak gösteriliyor. Önünün tamamen kapalı ve kollarının uzun olduğu, önden bakılığında muhafazakar denebilecek bu elbisenin en önemli ve hala en çok konuşulan yanı ise kuyruk sokumuna kadar uzanan bir sırt dekoltesine sahip olmasıydı. Bu elbise tabir-i caizse herkesi ‘sırtından’ vurmuştu.


Bir de bu dekoltenin bir kolye detayı ile süslendiğini düşünün; sonuç mükemmel ve baştan çıkarıcı! Hem de sıfır uğraş ile. Tarzınıza uygun olarak bir ya da birkaç kolyeyi sırt dekoltenizden aşağı sarkıtın; bu basit dokunuş ile kıyafetinizin tüm havasını değiştirin ve zaten dikkat çekici olan bu dekoltenin daha da öne çıkmasını sağlayın. Bu kıyafetinize göre kalın bir zincir ve büyükçe bir kolye ucu olabilir, ince bir zincir ve ucunda parlayan damla şeklindeki bir kolye ucu da olabilir. Daha eğlenceli ve renkli bir görüntü için ilginç ve rengarenk kolye uçlarını tercih edebilirsiniz. Sırtınızdan sarkan bir inci kolye ise kıyafetinizin seksapelitesini anında yükseltecektir.


Bu mükemmel ikilinin arasına ise saçlarınızın girmesine asla müsaade etmemelisiniz. Sırt dekoltesini tercih etmek saçları sırttan uzaklaştırmayı gerektiriyor. Bunu yapmanın ise birçok yolu var. Mesela artık Diane Kruger’ın imzası haline gelen yandan örgü modelini deneyebilirsiniz. Topuz ya da atkuyruğu yapabilirsiniz. Saçları tek bir yana yoğunlaştırıp bir omzun üzerinden öne doğru sarkıtmak da oldukça hoş duracaktır.

Fotolar: The Incredible Bride, Hot Online News, Cheap Chic Obsession, Eco Goddess Fashion, Anything If Everything

7 Ekim 2011 Cuma

Steve Jobs'un Moda Hali


Burada paylaşılan her yazı, emektar Mac’im sayesinde blogosferde hayat buluyor. Birçoğunuzun da öyledir, eminim. İstanbul’un bitmez tükenmez trafiğini katlanılabilir kılan tek şey ise iPod’umun içine doldurduğum şarkılar. Yani Apple’ın hayatımdaki yeri mühim ve tüm bu konforu borçlu olduğum insan ise kesinlikle Steve Jobs.

Steve Jobs, 5 Ekim 2011 tarihinde uzun zamandır mücadele ettiği kansere yenik düştü. İşlevselliğin yanına zerafeti de eklemesi ve tasarıma büyük önem vermesi nedeniyle Apple ürünleri kısa zamanda tüm dünyanın beğenisini kazandı ve şu teknoloji çağında hiç şüphesiz ki en önemli moda aksesuarlarından da biri haline geldi. Blogger’lar, defilelerde ön sıraları kapmaya başladığında kucaklarındaki elma logosu hemen göze çarpıyordu. iPhone ile çekilen defile fotoğrafları, Instagram üzerinden insanlarla anında paylaşılıyordu. iPad’in piyasaya sürülmesiyle birlikte bu durum daha da belirgin bir hale geldi. Mesela İstanbul Fashion Week’te yanımda oturan bir kadın, kağıt kalem yerine iPad’ini kullanıyor ve izlediği defilelere dair izlenimlerini direkt iPad’ine yazıyordu.


Kate Spade iPhone ve laptop aksesuarları

Bu durum tabii ki de tasarımcıların gözünden kaçamazdı, kaçmadı da. Hemen kolları sıvayan büyük markalar; iPad, iPhone ve laptop’lar için kılıf, koruyucu, çanta gibi aksesuarlar tasarlamaya başladılar. Bu tasarımların bazıları o kadar şıktı ki, bu 3 üründen birine sahip olmasanız dahi almak istiyordunuz. Mesela Salvatore Ferragamo iPad çantaları, portföy çanta olarak pekala kullanılabilir.

iPad kılıfları Burberry-Oscar de la Ranta/Louis Vuitton-Salvatore Ferragamo

Böylelikle Gucci’den tutun da Marc Jacobs’a, Burberry’den tutun da Oscar de la Renta’ya ve Louis Vuitton’a kadar pek çok dev marka bu cihazlara kıyafet dikmeye başladı. Sonuç ise muhteşemdi; iPad’lerimiz bizden daha şık hale gelmişlerdi.

Steve Jobs, Pepsi-Cola’nın CEO’su John Scully’i şirketine transfer etmeye çalışırken kendisine şöyle demiş: Ömrünün sonuna kadar şekerli su mu satmak istiyorsun, yoksa dünyayı değiştirmek mi? Ve Steve Jobs bunu başardı. Dünyayı değiştirdi ve bu değişim hayatın her alanını etkiledi, moda da dahil. Başarısının sırrı ise dört kelime; stay hungry, stay foolish.

Fotolar:  Refinery 29, Kate Spade

5 Ekim 2011 Çarşamba

FLASHIONBACK: Condé Nast ve Vogue

Kasım 1934/Ekim 1935

Daha kabanlarımızı dolaptan çıkaramadan gelecek yaz neler giyeceğimizi biliyor oluyoruz. Kışın ortasında bikini modellerine bakarken, yaz sıcağında gelecek sezon alacağımız kışlıkların bir listesini yapıyoruz. Çünkü moda böyle bir şey. Hep bir adım önde, hep gelecekte yaşıyor. Kurulan cümleler hep geleceği anlatıyor: Bu sezon bunları giyeceğiz, yaza damgasını vuracağa benziyor, ileride çok sık rastlayacağız, bu trend bu kış çok öne çıkacak, önümüzdeki sezon için bu parçayı şimdiden edinmekte fayda var gibi. Yani tıpkı Back to the Future filmindeki 1985 yılından 1955 yılına giden, gelecekte neler olacağını çok iyi bilmesine rağmen 1955’in kurallarına göre yaşamaya çalışan Marty McFly gibiyiz.

Aynı film bize geçmişin geleceği nasıl etkilediğini ve değiştirdiğini de anlatır. Ben de dedim ki bu blog’da ara ara dönüp bir de geçmişe bakalım, modaya dair geçmişte neler yaşanmış, onları hatırlayalım. Bu bir kişi, bir olay, bir defile ya da moda tarihindeki bir dönüm noktası olabilir. Geleceği kovalamaya bir ara verelim, bir nostalji yapalım. Sonra yeniden Back to the Future yaparız.

Moda tarihindeki -hiç şüphesiz ki- en büyük dönüm noktalarından biri Vogue’dur. Modanın incili diye anılan bu dergi, bu bölümün ilk konusu olmasa çok ayıp olurdu. Mesela Condé Nast kim biliyor muyuz?

İlk Vogue Kapağı 1892

Sene 1892 ve ilk Vogue yayınlanır. Derginin kurucusu Arthur Baldwin’dir ve ölümüne kadar da derginin başında kalır. Başlarda yalnızca New York’un elit kesimine hitap eden bu dergi, haftalık bir dergidir ve modaya odaklı değildir. Moda sadece değindiği konulardan biridir. Bunun dışında spor, tiyatro, kitap ve müzik gibi konulara da yer verir. Yani bir moda dergisinden ziyade, bir life style dergisidir.

Arthur Baldwin ölünce, 1909 yılında Vogue’u Condé Nast devralır ve böylece Vogue’da büyük değişimler başlar. Her şeyden önce reklam tabanlı bir dergi haline gelir. Dergi, okuyucu kitlesi olarak yüksek sosyeteyi hedef almıştır ve reklam verenler de her zaman para harcamaya meraklı olan kitleye ulaşmayı isterler. Reklam ve satış konusundaki yeteneği ile Condé Nast, Vogue’un bu potansiyelini görür ve çok doğru bir şekilde kullanır. Vogue’da yaptığı bir diğer çok önemli değişiklik ise Vogue’u kadın modasına yönelik bir dergi haline getirmesidir. Vogue kapaklarına aşırı önem verdiği için her zaman en iyi fotoğrafçılar ve illüstratörler ile çalışmaya gayret gösterir. Yani hayranı olduğumuz Vogue kapakları için dahi geçmişe gitmemiz ve Condé Nast’e teşekkür etmemiz gerekir.

Temmuz 1926/Ağustos 1940
Aralık 1930/Kasım 1939

Daha sonraki yıllarda ise Condé Nast şirketini büyütmeye karar verir. Böylelikle 1916 yılında Vogue İngiltere ve 1920 yılında Vogue Fransa yayın hayatına başlar. Şimdiyse Condé Nast Publications; Vogue dışında Glamour, The New Yorker, W, Teen Vogue, GQ, Allure gibi pek çok önemli dergiyi bünyesinde barındırıyor.

Condé Nast, 1942 yılında vefat etti ama arkasında şimdi onlarca farklı edisyonu olan ve tüm dünyanın takip ettiği bu harika dergiyi bıraktı. Hikayenin devamı ise daha bilindik; gelsin Diana Vreeland’ler, gitsin Anna Wintour’lar…

Fotolar: Flıckr,  Cower Browser

3 Ekim 2011 Pazartesi

FASHION IN MOTION: Abbey Lee ve Grubu ve Pierre Balmain

Abbey Lee Kershaw, –Kate Moss’u her zaman olduğu gibi bütün listelerin dışında tutuyorum- Sasha Pivovarova ve Coco Rocha’nın yanına eklenerek en sevdiğim modeller combo’sunun üçüncü halkasını pekala oluşturabilir. Bu 3 modelin, model olmaları dışında, başka bir ortak özelliği daha var; üçü de sanatın bir dalıyla oldukça haşır neşir. Sasha, “Başka çocuklar bebeklerle oynarken ben kalemlerle oynuyordum” diyen ve geçtiğimiz senelerde gerçekleşen kişisel sergisi aracığıyla işlerini insanlara ulaştırabilmeyi başarmış bir ressam aynı zamanda. Coco’nun ise sağlam bir dans geçmişi ve hatta bu yeteneğini 2007 yılındaki bir Jean Paul Gaultier defilesinde podyumda sergilemişliği var. (İzleyenlerin vaov sesleri ve alkışlarla eşlik ettiği bu anı merak edenleri hemen buraya alalım.)

 
Our Mountain - Vogue Japonya Ekim 2011

Abbey Lee Kershaw ise tarzı, vücudundaki piercing ve dövmeleriyle her daim bir rock chic olduğunun sinyallerini çevresine yayıyordu zaten. Bu nedenle kendisinin aynı zamanda  psychedelic rock müzik yapan bir grubun üyesi olduğunu öğrendiğimde hiç şaşırmadım. Our Mountain; bütün grup üyelerinin, Abbey de dahil, Avustralyalı olduğu dört kişilik bir grup. 2010 yılında Melbourne’den New York’a gelip grubu burada yeniden şekillendirmeye çalışmaları sonucunda Abbey’i de gruba dahil etmişler ve grup şimdiki halini almış. Peki Abbey ne mi yapıyor? Ne yapmıyor ki. Hem klavyede, hem vokalde, hem de tamburinde. Tarzlarını ve yaptıkları müziği ise oldukça beğendiğimi söyleyebilirim. Yani birisi arasa ve “Bu akşam Babylon’da Our Mountain var, geliyor musun?” dese asla hayır demem. Bu da buradan yetkililere mesajım olsun.

Grubunuzda Abbey Lee Kershaw gibi podyumların ve markaların gözdesi bir model varsa ve buna ek olarak özgün müzik yapıyorsanız, dikkatleri üzerinize çekmemeniz neredeyse imkansız. Mesela Russh Magazine’in hemen dikkatini çeken grup, geçtiğimiz kış aşağıda görmüş olduğunuz harika çekimle derginin sayfalarına konuk olmuştu. Siz de Abbey Lee’de az da olsa bir Deborah Harry görmüyor musunuz?





Şimdilerdeyse Abbey Lee ve grubu Pierre Balmain’in 2012 İlkbahar/Yaz Koleksiyonu için çekilen 3 serilik bir videoda boy gösteriyor ve pek tabii ki videolarda kullanılan şarkı, yani Devil Banquet, Our Mountain’a ait. Grubun solisti Matthew Hutchinson (aynı zamanda Abbey’nin erkek arkadaşı) gelecek yaz bize nasıl bir Balmain erkeği ile karşılaşacağımızın ipuçlarını verirken, Abbey Lee de tam bir Balmain kadınını temsil ediyor. Balmain adı geçmese sanki bir müzik videosuymuş gibi keyifle izleyebileceğiniz bu videolar, bir yandan da beni -Abbey Lee’yi beğendiğim modeller listemin en başına oturtuşum konusunda- sonuna kadar haklı çıkartıyor.

Part 1:


Part 2:


Part 3:


Fotolar: Fashion Gone Rouge, Our Mountain

2 Ekim 2011 Pazar

BASINDA: Lizard Queen, Elle Dergisi Ayın Blogger'ı Yarışması Ekim Ayı Adayı!

Evet. Ekim belki soğuyan havaların, kısalan günlerin, erkenden çöken karanlığın, üşüyen ayakların, yorganın altından çıkmak zorlaşmaya başladığı için geç kalınan işlerin ve kaçırılan otobüslerin, aniden yağmura yakalanmaların, kırılan şemsiyelerin ayı olabilir. Ama bendeki anlamı çok daha farklı. 20 Ekim doğumlu birisi olarak Ekim; benim için mutlu anlar, keyifli anılar, sevdiklerimle geçirilen vakitler demek. En sevdiğim aylardan biri demek. Benim ayım demek.


Bu sevdiğim ay her zamanki gibi kendisini belli etti ve yine güzel sürprizlerle çıkageldi. Bunlardan biri Elle Dergisi’nin beni ‘Ayın Blogger’ı’ yarışmasında Ekim ayı adaylarından biri olarak göstermesi. Eğer blog’umu beğeniyor ve desteklemek istiyorsanız, o zaman sizi hemen şuraya alalım: tık tık. Yapmanız gereken tek şey like butonuna basarak fotoğrafımı beğenmeniz.

Bu güzel ayın bir diğer güzel sürprizini ise yakın zamanda burada paylaşacağım. Daha Ekim ayının ilk gününde, yani dün, blog’un ‘Hikayen Ne?’ bölümü için harika bir ekiple bir araya gelip, oldukça eğlenceli bir çekim gerçekleştirdik. Bu çekim keyifli bir söyleşi ile birlikte çok yakında buradaki yerini alacak. Merak edenler içinse ufak bir ipucu:


Hoş geldin Ekim.
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...