31 Mayıs 2010 Pazartesi

VOG ÇORAPLARI VE ÖRÜMCEK KADINLARI

"En çok kullandığınız giyim ürünleri hangileri?" diye sorsalar önce beyaz tişört der, arkasından da kilotlu çorabı yapıştırırım. ( İç çamaşırını ve ayakkabı çorabını ise en azından kendim için bir zorunluluk olarak addettiğimden bu listeye dahil etmiyorum.)

Kilotlu çorabın olmadığı bir hayat düşünemiyorum. Renkli olanları çok fazla tercihim olmasa da siyah olanı dünyanın neresine gidersem gideyim, hangi mevsim olursa olsun mutlaka yanımda. Soğuk havada iki kat, dümdüz basit bir elbisenin altına giy bir renkli çorap, kıyafetine renk kat. Mini eteğin, şortun altına, kışın ortasında Budapeşte'ye gidiyorsan, donmamak için gerekirse pantolonun altına, yani anlayacağın kilotlu çorap her derde deva...

Bu sıcaklarda kilotlu çorap mevzusuna nasıl oldu da geldin dersen onu da açıklayabilirim: Türk çorap markası Vog, artık internet üzerinden de satış yapmaya başlamış ve "Vog socks on the web now" sloganlı bir reklam kampanyası hazırlamış. Buradaki "web" kelimesini daha da vurgulayabilmek için modeller karşımıza 6 bacaklı, Vog çorapları giyen örümcek kadınlar olarak çıkıyor. Akılda kalmasını sağlayan basit ama oldukça ilgi çekici bir fikir:


Bu reklam kampanyasını gerçekleştiren ajansın TBWA, kreatif direktörlerinin ise İlkay Gürpınar ve Emre Kaplan olduğunu da belirtmekte fayda var.

Kilotlu çoraplar her ne kadar bu sıcaklarda çekilmez bir hal aldıysa da diz üstü çoraplar ve açık ayakkabılarla birlikte giyilen soket çoraplar bu yaz çok moda der ve Eddie Izzard'ın bir sözüyle yazıyı noktalarım: "Never put a sock in a toaster. " :)

29 Mayıs 2010 Cumartesi

Yeni Bir Yüz: Ashley Smith


Moda kavramı büyük ölçüde tüketim üzerine kurulu. Her şey büyük bir hızla tüketiliyor, bu sezon moda diye aldığımız şeyler bir sezon sonra demode oluyor, 3 sene önce modası geçti diye attığınız ya da dağıttığınız parçalar bir bakmışsınız akın akın tekrar geri dönüyor. Sadece kıyafetler de değil, yüzler de eskiyor, sürekli yeni ve taze yüzlere ihtiyaç duyuluyor.

İşte bu yeni ve taze yüzlerden biri Ashley Smith. Belki adını ilk defa duyuyorsunuz ya da kendisine şimdiye kadar dikkat etmediniz. Ama daha şimdiden Terry Richardson'ın objektifinin karşısına geçmeyi başardı, Mert&Marcus'u da kendisine hayran bıraktı.

Henüz 19 yaşında Teksaslı bir model Ashley Smith. Sahip olduğu farklı fiziksel özellikler sayesinde " gelişmemiş çocuk" görünümlü diğer modellerden ayrılarak dikkatleri üzerine çekiyor. Ayrık ön dişleri, kıvrımlı vücut hatları, dolgun göğüsleri ve sağlıklı görünümü nedeniyle Lara Stone ile sürekli karşılaştırılıyor. Bu kıyaslamayı pek de kafasına takmayan model, henüz 14 yaşındayken Austin'deki bir müzik festivalinde keşfedilmiş. Küçükken ayrık dişlerinden rahatsız olduğunu ve düzelttirmek için gereken parayı asla bir araya getiremediğini, şimdilerdeyse bu dişler sayesinde para kazandığını söylüyor. Modelliğin yani sıra sanata da çok meraklı olduğunu ve resim yapmayı çok sevdiğini dile getiriyor.

Ashley Smith'in adını ileride daha çok duyacağız gibi. Hem aynı fabrikadan çıkmışçasına birbirinin aynısı olan modellerin yanında böyle farklı ve doğal tiplerin de olması hoş değil mi?

Fotolar: The Fashion Spot

28 Mayıs 2010 Cuma

Köşe

Köşede bekle. Köşeyi dönünce. Bu benim köşem ya da iyisi mi sen o köşeyi bana ayır istersen. Köşede konuşalım, o içkiyi o köşeden bu köşeye yollayalım. Köşebaşı'nda yaparken bir ocakbaşı keyfi, sevdiklerimiz yanımızda, bütün güzel ama zararlı besinler karnımızda, zevkten dört köşe olalım.

Köşeleri severim ama çok köşeli insan sevmem, çok sivri olmamalı insan. Ha, bir de sevdiğim birkaç köşe yazarı var, severim köşelerini okumayı, merakla beklerim o gün ne yazmışlar.

Hem ben köşeciyim. Koltuğun hep köşesine oturmayı isterim. Küçükken köşe kapmaca oyununu da zaten pek bi' severdim.

Köşeler birleştirir yolları, bağlar benim hayatıma onun hayatını.

Bazen de ayırır ama bu köşe insanları. Sen bu köşeden dönmek isterken, o dönmek istemeyecek ya da diğer köşeyi seçecek, o köşede bekleyen diğer insanlarla devam edecek ve kim bilir sen büyük bir hata yapmanın acısıyla kıvranırken o gerçekten "köşeyi dönmüş" bir şekilde, mutlu mesut hayatına devam edecek.

Çok yanlış köşelerden döndüm, ışıklı tabelalara, tek yön yazılarına kanıp durdum. Sağa değil de sola sapsaydık ne olurdu diye sormaktan yoruldum. Bazen de sapmaktan korktum, ya o yol zorsa, ya çıkmaz sokaksa?

Ha, ama bazen birçok şeyin de köşesinden döndüm. Buna da şükür.

i-D Summer 2010 "Meet Me At The Corner"
Fotoğrafçı: Kayt Jones Modeller: Behati Prinsloo, Jamie Strachan, Styling: Pippa Vosper

26 Mayıs 2010 Çarşamba

Sex And Paris


Dünya nefesini tutmuş bekliyor, Sex And The City 2'yi heyecanla bekliyor. Carrie yine ne giymiş, Samatha bu sefer ne karıştırmış, bunların hepsi ekipçe ne olmuş da çöllere düşmüş, bu soruların cevabını arıyor.

Vogue Türkiye, 1 Haziran'daki özel gösterimi ve arkasından gerçekleşecek olan özel partisi için 50 adet davetiye veriyor, herkes bunları kazanmanın peşine düşüyor. Öyle ki Twitter üzerinden blogger'lar arası küçük çaplı bir tartışma bile yaşanıyor. Filmin New York galasından olan görüntüler istesen de istemesen de her yerde karşına çıkıyor, sanki dünya Sex And The City 2 yörüngesinde dönüyor.

WH Smith kitabevi de yaratıcı bir fikirle ortaya çıkıyor ve "Manhattan Paris'e taşınıyor." anlamına gelen "Manhattan Debarque a Paris!" adlı projeyi organize ediyor. Bu bağlamda Cafe Etienne Marcel, 24 Mayıs-6 Haziran tarihleri arasında Cafe Sex And The City adını alarak bir çok aktiviteye ev sahipliği yapıyor. Kokteyller dağıtılıyor (muhtemelen Samantha'nın en sevdiği Cosmopolitan başta olmak üzere), saç, makyaj ve tırnak workshop'ları yapılıyor, stil danışmanlarından tavsiyeler alınıyor. Bunun yanı sıra bugünden itibaren başlayacak konuk yazar katılımı ile organizasyon daha da renkli bir hale geliyor ve insanlar "Her Yaşta Genç Kalma" konusu üzerine Mireille Guiliano, "Amerikalı Yazarlar Paris'te" başlığıyla David Lebovitz, Alec Lobrano, Heather Stimmler-Hall, "Kendi Mr. Big'inizi Nasıl Bulabilirsiniz?" sorusunu cevaplamak için Jamie Cat Callan gibi birçok yazar ile bir araya gelerek söyleşme fırsatı yakalıyor.

Rezervasyon yaptırarak katılım sağlayabileceğiniz bu etkinliğin en güzel tarafı ise ücretsiz olması. Paris'te yaşayanlar ya da gidecek olanlar, hala yer kalmış olma ihtimali çok küçük de olsa deneyin şansınızı, değerlendirin bu fırsatı.

"Şimdi Paris'te olmak vardı anasını satayım" nidaları eşliğinde, çekilirim odamın bir köşesine.

Adres: 32 Rue Etienne Marcel, 75002 Rezervasyon için tel no: 06 86 719467
Etkinlikler hakkında daha fazla bilgi için:

24 Mayıs 2010 Pazartesi

Hikayen Ne?: Barış Çakmakçı (Editör)

Vogue Türkiye Haziran sayısının çıkmasına şurada birkaç gün kala, yani bir derginin en yoğun ve en hararetli oldu zamanda, gittim Barış Çakmakçı’ya sorularımla.

Hepimiz Vogue Türkiye denince ister istemez ilk olarak Ece Sükan’ı ya da Seda Domaniç’i getiriyoruz akla. Oysa Vogue gibi bir markanın, evet dergiden de ziyade bir markanın sitesinin editörü Barış Çakmakçı. Birçoğumuz belki de kendisini bu siteyi yakın markaja aldığı sırada tanıdı. Le Cool’un sıkı takipçilerinden biri olan ben ise orada yazdığı yazılarla ismine aşikardım ama altından bu kadar çok yönlü bir insanın çıkacağını inanın tahmin etmiyordum. O kadar ki soru sorarken bile gerçekten zorlandım. Bugüne kadar yaptığı ve şu anda yapmakta olduğu her bir iş ayrı bir söyleşi konusu, oturup üzerine saatlerce konuşulası çünkü. Sosyoloji üzerine sanat tasarım yüksek lisansı, reklam, organizasyon sektörü derken Elle Deco, Instyle Home gibi dergilerde tasarım, viski markası Jameson’ın blog’unda sinema yazıları ve dahası…

Hadi okuyun da öğrenin bakalım, neymiş bu dahası…


Barış Çakmakçı'yı biz en çok Vogue ile tanıdık ve sanırsam bu bizim ayıbımız. Oysaki sen bundan çok çok fazlasısın. Bize biraz hikayenden bahsetsen? Ne üzerine eğitim aldın, şimdiye kadar neler yaptın?

Yok canım neden ayıp olsun. Annesinin bi’ tanesiyim ben, kardeşim yok. Bu yüzden de İstanbullu olmanın tüm nimetlerinden faydalandım çocukluğumda. Haliyle İstanbul benim için vazgeçilmez bir tutku oldu.

Cağaloğlu Anadolu’da Almanca eğitim aldım. Ardından Mimar Sinan Ünv. Sosyoloji Bölümü’nden mezun oldum. Bu da estetiğe ve hayata dokunduğu sürece her konuya ilgi duymama neden oldu. Seyahat, sinema, müzik, tasarım, kitap, yemek, moda… Şanslıyım ki paramı da böyle kazanıyorum.

Çalışma hayatıma aslında öğrenciyken İngilizce-Almanca rehberlikle başladım. Ardından 1998’de bir internet portalinde stajyer muhabirlik, derken elektronik ticaret sitesinde içerik geliştirme editörü, bir döneme damgasını vuran Urban Bug’da halkla ilişkiler ve organizasyon, çizgi altı işler yapan bir reklam ajansında metin yazarlığı derken kendimi dergilerde buldum. Voyager, Kitap, Livingetc, Elle Décor, InStyle Home, derken Vogue. Hürriyet Look ve Radikal Tasarım gazetelerinde yazdım uzun bir süre.

Şimdi ben duydum ki bitirme tezinin konusu da "kitle iletişim teknolojilerinin beden ve arzular üzerindeki denetleyici etkileri" imiş. Oldukça da ilgimi çekti. Ne gibi denetleyici etkileri var mesela?

Bunları hadi deyince sıralamak çok zor. Ama işte bilinen tabiriyle, “Big brother is watching you!”

Vogue Türkiye'nin olması sence neden önemli ve moda sektörüne ne gibi katkılar sağlayacak?

Vogue güçlü bir marka. Türk dergiciliğinde son iki üç senedir yaşanan stresli zamanların ardından gerçekten profesyonel bir duruşu var. Hem sektöre hem okuyucuya ilham veren dergiler daha fazla olmalı. Türkiye’de moda adına da sağlam adımlar atılırken olması gereken bir adımdı. Fashion Week’ler, genç tasarımcılar, pop-up mağazalar ve yurtdışından isimler.

Vogue'un yani sıra faal olarak başka hangi işlerle uğraşıyorsun ?

Le Cool’da iki senedir şehirle ilgili yazıyorum. TRT Türk’te Bi’ Dünya Tasarım programında içerik danışmanlığı veriyorum. Hayatafarklıbakanlar.com’da populer kültür ve sinemayı harmanlayan post’larım oluyor. Geçmişte birkaç tane kitap editörlüğüm oldu. Yine bir kitap projesi var. Bunlar maddi beklentim olmayan, tamamen keyfi işler.

İnternet artık inanılmaz bir güç ve bu yolla bir çok insan tanınır hale geldi. Bunların başını hiç şüphesiz ki blogger'lar çekiyor. Son dönemde blogger'ların özellikle moda hakkında söyleyecek çok şeyi olması ve söylediklerinin de bu denli önemsenmesi oldukça tartışılıyor. Sen bu konu hakkında ne düşünüyorsun?

People dergisinin yayın yönetmeni Olivier Zahm geçtiğimiz günlerde bir röportajında “90’lı yıllarda ne kadar geride durursan o kadar cool sayılırdın. Şimdi ne kadar kendini anlatırsan o kadar cool’sun.” dedi. Hepimizin farklı kimlikleri, farklı account’ları var. Kişiselleştirme çağındayız. Dolayısıyla da öznel görüşler önemli. Ama ben tavrımı yayıncılıktan yana koyuyorum. Okuyucuya dokunmayan bir haber, haber değildir. Henüz sap ve saman bir arada. Ama çok parlak isimler de var takibimde. İpin ucunu kaçıranın silinmesi kuvvetle muhtemel.


Artık her şeyin "-e" halindeyiz. E-posta, e-bankacılık, e-alışveriş ve pek tabi e-yayıncılık. Pek çok e-dergi, haber sitesi ve bir yandan da blog'lar sayesinde medyanın çehresi değişti. Dijital medyanın bu kadar içinde olan birisi olarak ve her şeyin de bu kadar hızlı geliştiği düşünülecek olursa bir 10 yıl içinde sence dijital medya nerede olacak? Alıp okuduğumuz, hatta sakladığımız dergi ve gazetelerin pabucu dama mı atılacak? Her şey "-e" mi olacak?

Olacak. Ama derginin ya da gazetenin kokusu, hazzı başka. Silinip gideceğini düşünmüyorum. İkisinin de dinamizmi farklı. Dolayısıyla dergiler de kendine yeni açılımlar yaratacaktır. Yine de halen aşılması gereken daha önemli sorunlar var. Youtube, Geocities, Last.fm, Dailymotion gibi siteler sansürle cebelleşiyor. Dergiler kapanıyor. Üzücü.

Sinema yazıları da yazan biri olarak sevdiğin filmleri sormamak olmaz. Ee tabi bir de kitap?

Film izlemeyi seviyorum. Yazdığım yazılarda ya da yaptığım çıkarımlarda filmlerden referanslar vermeyi de. Arşivim kalabalık, saymam zor. Ama en son dün gece Vavien’i sonra da Houseboat’u izledim.

Son dönemde de 1800’lerin Türkiye'sine dair kitaplar okumaya taktım. İzmir’in Büyücüleri, Camondo ailesinin hikayesi ve şimdi de Zarifiler.

Barış Çakmakçı İstanbul'da nerelerde karşımıza çıkabilir peki?

Doğma büyüme Anadolu yakasının çocuğu olduğum için anneme geçerken vapurda. Nişantaşı’ndan Taksim’e asla araç kullanmam, yürürken çıkabilirim. Galata’da eve giderken, Maslak’ta işe giderken, gecenin bir saati İstiklal’de yemek yerken, Boğaz’da bir davette ya da Ada'da arkadaşlarla. Gecenin bir saati internette. Ayda bir kere mutlaka Atatürk Havalimanı’nda. Sıklıkla da Samatya’da, Cankurtaran’da, Yeşilköy’de, Tarabya’da, Balat’ta fotoğraf çekerken. Dediğim gibi, İstanbul’da tecrübe edilecek o kadar çok şey var ki. Zaman az. İstanbul’u değerlendirmek lazım.

Var mı yeni planlar, projeler? Yoksa "daha ne olsun" mu?

Hayatta heyecanı da kaybedersek neyimiz kalır?

Son olarak bir Twitter mesajı alalım senden, 140 karakter olmak kaydıyla buraya ne istiyorsan yaz.

RT @YiğitÖzgür “Özel hayatımla değil, yaptığım işlerle anırmak istiyorum.”

23 Mayıs 2010 Pazar

Bugün Ne Öğrendiniz?




Abuk sabuk şeyleri öğrenmeye, beynimi bir çöplük gibi ıvır zıvırlarla doldurmaya bayılırım. Vakti zamanında "Aslan Kral"ı sinema salonunda izlemiş küçük bünyemin sinemadan çıktıktan sonra aklında tek bir soru vardı: "Neden aslanlara ormanın kralı deniliyor? Yani niye başka bir hayvan değil de aslan?" Ve biliyor musunuz, teknolojinin bu denli çığrından çıkmadığı ve araştırma kaynaklarının sınırlı olduğu o dönemde ben bu soruyu kendimi ansiklopedilere gömerek araştırmış ve bir şekilde tatminkar bir cevaba ulaşmayı başarmıştım. Evet, söyleyin, çekinmeyin. Ben çocukken de normal değildim.

Bu haftasonunu da işte böyle ıvır zıvır bilgiler öğrenmeye adamışken ben, Young Design Studio tarafından yaratılan "Learn Something Every Day"i keşfettim. "Okuldayken de öğrenmek bu şekilde olsaydı her şey daha eğlenceli olurdu." diyen sitede her gün yeni ve aslında gereksiz ama bir o kadar da eğlenceli bir bilgi komik karakatürler ile karşımıza çıkıyor. Bunların arasında çikolatanın dişleriniz için faydalı olduğunu söyleyen, çok fazla havuç yerseniz ten renginizin turuncuya dönebileceğini dile getiren garip bilgiler de mevcut. Hatta bu illüstrasyonlardan herhangi birini seçtiğiniz tişörtün üzerine bastırarak ya da halihazırda basılmış olanların arasından seçerek $17.99'a satın alabiliyorsunuz.

Hadi şimdi gidin çalışın, yarın ne öğrendiğinizi soracağım.

21 Mayıs 2010 Cuma

BLOGOSFER: Aman! Düşmeyesin!

Bir moda tasarımcısı olarak istediğiniz kadar uçabilir ve yeri geldiğinde sanat eserivari parçalar ortaya çıkarabilirsiniz. Ama işlerinizin sokağa inmesini istiyorsanız giyilebilir parçalar da ortaya çıkarmanız, insanların günlük hayatın içinde rahatça kullanabileceği tasarımlar da tasarlamanız gerekiyor. Ya da gerekiyordu. Neden mi?

Çünkü artık podyum ile sokak arasındaki çizgi gittikçe inceliyor ve kim bilir belki yakında hiç kalmayacak. Özgün ve farklı stillerin sokak fotoğrafçılarının objektifine takıldığı, ilginç stillerini paylaştıkları blog'ları sayesinde ünlü olmaya başlayan blogger'ların arttığı şu dönemde insanlara görmeyi ummadığı şeyleri sunmak ve onları şaşırtmak çok önemli bir hal alıyor. Ama bunların sayısı özellikle son dönemde o kadar çoğaldı ki aralarından sıyrılmak da gün geçtikçe zorlaşıyor. Bu da kanımca insanları daha iddialı olmaya ve risk almaya itiyor. Böylelikle sadece podyumlarda ya da bir moda çekiminde rastlayabileceğinizi sandığınız şeyler bir bakıyorsunuz ki yanınızdan yürüyüp geçen kızın üzerinde oluyor.

Tıpkı Christeric adlı blog'un sahibi Christine gibi. Christine bundan birkaç ay önce Charles Anastase defilesinde bir ayakkabı görüyor ve bu ayakkabıya ulaşamayınca oturup kendi yapmaya karar veriyor. Böylelikle elindeki ayakkabıyı modifiye ederek istediğine çok yakın bir ayakkabı elde ediyor ve bunu sokağa taşıyor!

Christine'in Charles Anastase defilesinde gördüğü ayakkabı

Elindeki bu beyaz ayakkabıyı modifiye etmeye başlıyor...

...ve ayakkabıyı bu hale getirerek orjinaline oldukça yaklaştırıyor.

Bırakın almayı düşünmeyi, sokakta giymeyi aklınızın ucundan bile geçirmediğiniz şeyler işte bu iddialı kişiler sayesinde giyilebilir hale getiriliyor.

Benim merakım Christine bu ayakkabılar ile sokağa çıktığı günü nasıl bitirdi acaba? Klasik Türk mantığı ile eğer arkadaşı falan olsam "Eve gidince bir ara, çağrı at. Merak etmeyeyim seni." diyeceğim. Koluna girip bir yere takılıp düşmemesi, kafa göz yarmaması için içimden dua edeceğim. Ama merak etmeyin, bu ayakkabı ile ilgili yazısının ardından başka yazılar da yazmış, yani Christine sağlam. :)

Ama olur da yarın öbür gün Insa tarafından fil gübresi kullanılarak tasarlanmış bu ayakkabıyı giymeye karar verirseniz lütfen bana telefonunuzu bırakıverin ya da neredeyseniz haber verin. Meraktan ölmektense atlar gelir, kolunuza girerim. Yeter ki siz düşmeyin.


Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...