19 Temmuz 2010 Pazartesi

GEZGİN QUEEN: 10 Madde ile Barselona


-Sangria içilsin. Mojito içilsin. Sonra bir Sangria daha içilsin.
-La Sagrada Familia muhakkak ziyaret edilsin. Hatta biraz daha fazla ödeyerek asansör ile tepesine çıkılsın ve tüm şehir bir de oradan görülsün.
- Müzikler güzel olmasa da Vila Olimpica’da yer alan Catwalk, Opium, Shoko gibi gece klüplerine bir göz atılsın.
- Kesinlikle ve kesinlikle Camp Nou’yu ziyaret edilsin ve FC Barcelona Müzesi’ni görülmeden gelinmesin.
-Museu Picasso’ya gidilsin. Nokta.
-Parc Güell’i görmemek olmaz. Bunun dışındaki Antoni Gaudi eserlerinden de gidilebildiği kadarına gidilsin.


- Tapas’lar tadılsın. Sonra ağlanmasın.
-La Boqueria derim, başka da bir şey demem. Burada satılan taze sıkılmış meyve sularının ve dilimlenmiş bir şekilde satılan meyvelerin tadı hala damakta.
-Deniz, güneş ve kum üçlüsünden bolca yararlanılsın.
-Las Ramblas günde 3 öğün arşınlansın.

14 Temmuz 2010 Çarşamba

GEZGİN QUEEN: Bence Barselona...

Bence Barselona bir harikalar diyarı,


çokça Gaudi,


bir miktar kendini bulmak,


yeni ilgi alanları keşfetmek,


tatlı cumhuriyetine düşmek,


biraz Caddebostan,


keyif yapmanın alası,


yeri geldiğinde çok şirin,


yeri geldiğinde de çok seksi olmak demek.


Paris'in kasvetli ve yağmurlu bir gününden sevgiler.

9 Temmuz 2010 Cuma

GEZGİN QUEEN: Viva Barcelona!


Düşünün; öyle bir yerdesiniz ki tek bir korna sesi bile havayı kirletmiyor, yayalar için kırmızı ışık yansın yanmasın, arabalar size yol veriyor. Düşünün ki kimsenin acelesi yok; benim gibi metronun kaotik ortamından ve sürekli bir yerlere yetişmeye çalışan insan sürüsünden rahatsız olan birisi bile o yerde metroyu sevebiliyor. Düşünün ki böyle İstiklal Caddesi gibi bir yolda, şıpıdık terliklerinizle ve denizden yeni çıkmış ıslak vücudunuzla yürüyebiliyorsunuz, hatta utanmadan Burberry’nin önünde durup vitrinlere bakabiliyorsunuz. Bu arada yanınızdan az sonra sanki bir ödül törenine katılacakmışcasına şık bir kadın geçebiliyor. Ha, tabii bir de öyle bir yer düşünün ki gündüz Marmaris, gece İstanbul olsun, ya da şöyle diyeyim; İstanbul’un denize girilebilen versiyonundan olsun.

Düşünün; öyle bir yerdesiniz ki patronunuzun size verdiği yarım saatlik yemek molası nedeniyle acele acele midenize doldurmak zorunda kaldığınız tatsız öğle yemeğinizi bir seremoniye dönüştürebiliyorsunuz. Bu seremoniye ister bir arkadaşınızı ortak edip dedikodu yapabiliyor, ister yemeğinizi yiyip, arkasından eve gidip biraz kestirebiliyor, çok zorlarsanız denize bile girebiliyorsunuz. Çünkü öyle bir yerdesiniz ki burada “siesta” denen bir şey var. Düşünün ki her şey keyif üzerine inşa edilmiş, öyle ki bunca yıldır diyetisyenlerin kafamıza vura vura soktuğu “ saat 18:00’dan sonra yemek yemeyin.” kuralı burada işlemiyor; akşam yemeklerinin 21:00’dan sonra başladığı, çeşit çeşit tapas’ların mideye indirildiği, yanında kafam kadar, belki daha da büyük sangria’ların tüketildiği bir cumhuriyet burası. Her şeyi geçtim, sangria’nın en iyi yapıldığı yerdesiniz!


Düşünün; öyle bir yerdesiniz ki orada evde, kafelerde, barlarda değil, en çok sokaklarda eğleniyorsunuz. Çünkü o yerde adım başı bir performans sanatçısı, bir müzisyen, bir ressam var. Sonra çimlere yayılmak için kalkıp taa Caddebostan’a gitmek zorunda kalmıyorsunuz. Herhangi bir yerde yeşillik gördüğünüzde yayılabiliyor ve evsiz muamelesi de görmüyorsunuz. Sonra sokaklarda elinizde içkinizle yürüdüğünüzde polis yanınıza yanaşmıyor, şayet olur da yanınızdan sizin gibi içkisiyle geçen birisi olursa da -ki olacaktır- size tüm gülümsemesiyle “Hola!” diyebiliyor ve içkisini sizinkine tokuşturabiliyor.

Düşünün; öyle bir yerdesiniz ki futbol ile alakanız olmamasına rağmen, ya da en fazla bir dişinin olabileceği kadar alakalıyken, kendinizi kazanılan bir maç sonrası sokaklarda bulabiliyorsunuz. Üstelik o takımı belki de tutmuyorsunuz ve dahası o ülkenin vatandaşı bile değilsiniz! Ama gelin görün ki o ülkenin vatandaşından bile daha fazla kendinizi oraya ait hissedebiliyorsunuz. Sokaklardaki karnavalın, sevincin bir parçası olabiliyorsunuz. Bir tahta parçasını elinize alıp, davul gibi çalmaya başlayıp, sabaha kadar diğer insanlarla birlikte, sokağın tam da orta yerinde, Afrikalı bir kabilenin üyesi gibi müzik yapıp dans edebiliyorsunuz. Sesiniz kısılıncaya kadar bağırabiliyor, sevinç kutlamalarının bir parçası olan balkondan sokağa su atma seanslarından birinde ıslanabiliyor, ama bunu umursamadan kaldığınız yerden devam edebiliyorsunuz.


Düşünün; öyle bir yerdesiniz ki burada da her şey güllük gülüstanlık gitmiyor tabii, insan bazı zorluklarla karşılaşabiliyor. Mesela her sokağın köşesinde karşınıza çıkan pastacı ve şekerlemecilere karşı koymak için özel bir çaba göstermeniz gerekebiliyor. Sonra canınızın sagria mı yoksa mojito mu çektiğini anlamak için oldukça düşünmeniz gerekebiliyor. (Muhtemelen sonunda ikisi de peş peşe içiliyor.) Gaudi’nin bir eserinden diğerine koşarken aklınız bir öncekinde kalabiliyor. Picasso müzesinin sonuna gelince insanın üzerine bir hüzün çökebiliyor.

Sonra öyle bir yer düşünün ki bir rüya ise hiç uyanmamak, bir yalansa sürekli tekrarlayıp büyük bir yalancı olmak, bir şeytansa ona uymak istiyorsunuz. Ama bitmesini hiç ama hiç istemiyorsunuz…

Viva Barcelona!

6 Temmuz 2010 Salı

GEZGİN QUEEN: Why Do You Go To Barcelona?


Barselona'dayım. Platja Barceloneta'da, yani W Hotel'in denize karşı dik uzandığı yerde, oturmuş bunları yazıyorum. Artık ne İstancool'u kaçırdığıma, ne Lily Cole'u görememiş olmama, ne de Jefferson Hack ve Daphne Guinness ile aynı havayı soluyamadığıma üzülüyorum.

Hiçbir yere yetişmek, hiçbir şeyi yakalamak zorunda değilim; burada, tam olarak olduğum noktada, istersem üç gün hiç kalkmadan oturabilirim. Acelem yok, telefonum bile çalışmıyor, bir saat sonra ne yapacağımı bilmiyorum. Huzurluyum.

Ha, bu arada Barselona demişken... Bu şarkıyı hatırlamamak hiç olur mu? Kabus gibi olan bavulumu hazırlarken bu şarkıyı dinlememiş olduğunu söyleyen ben, yalan söylemiş olur mu?


Lizard'ın Notu: İstanbul'dan 1 aydan fazla bir süre uzak kalacağım. Bu süre zarfında blog'a ne kadar zaman ayırabilirim bilmiyorum; lakin Twitter'da sürekli varım: @gizemdalyan

3 Temmuz 2010 Cumartesi

GEZGİN QUEEN: Bavullar ve Kadınlar


Bavul hazırlamak… Ne zor şey… Binlerce olasılığı düşünmek, hepsine karşı önlem almak, karşına çıkabilecek onlarca ihtimale karşı hazır olmak, üstelik bunları da küçük bir dikdörtgenin içerisine sığdırmak zorundasın! Sanki tatil değil, savaş hazırlığındasın.

Hele bilmediğin yerlere, uzunca bir süreliğine gidiyorsan, terk-i diyar eyliyorsan ve bir kaplumbağa gibi evini sırtında taşımak durumunda kalıyorsan… Düşünsene bi'! Bir kere rahat bir pabuç ve pantolon zaten alınacak, hatta muhtemelen giderken ve dönerken üstte bunlar olacak. Yaz tatiliyse bu, birkaç bikini konacak. Bunu takiben plaj terliği ve havlusu, başta güneş kremi olmak üzere çeşitli kremler o bavula atılacak. Sonra bunun gecesi var tabii. İnsan o kadar tatile gider de gece dışarı çıkmaz mı? Ama ilk defa gidiyorsunuz ya, bilmiyorsunuz nasıldır. Bu nedenle çok şık bir elbise ve topuklu ayakkabı, ayrıca aşırı şık olmayan, yapılan kombine göre kendini gösteren sade bir elbise de gerek. Bir de hava koşulları var: Yağmur yağar mı, geceleri soğuk olur mu, oralar şimdi rüzgarlı mıdır; bütün bu soruların cevabının da o bavulda saklı olması lazım. Kişisel bakım ürünlerini, saç kurutma makinesini ya da saç düzleştiricisini, pijamayı, iç çamaşırlarını ve çorapları ise saymıyorum bile!

Bütün bu aşamaları atlattık diyelim; biz kadınların karşısına daha büyük bir sorun çıkıyor: Uyum sorunu. O elbisenin altına uyacak o ayakkabıyı da almalı, ama o ayakkabıyı aldıysak ona uyacak çanta da o bavula konmalı. Sonra o pantolon en güzel o tişörtle oluyor, o tişörtü alınca o ince triko hırkayı da almak gerekiyor, hele o ince triko hırkayla öyle güzel giden bir şapka var ki, onu almamak hiç olmaz!

İşte bu aşama; yani kadınların neyi yanına alacağına, neyi arkasında bırakacağına karar verdiği o an(lar); İstanbul trafiğinden bile daha stresli, en büyük aşk masallarından bile daha duygusal, nice ayrılık hikayelerinden daha kederlidir.

Şu anda bir bavulla, Sabiha Gökçen Havalimanı’nda, arkamda onlarca şeyi bırakarak oturuyorum. En önemlisi de bir süreliğine İstanbul’u bırakıyorum. İstanbul… Çok garip… Bir türlü terk edemediğin sevgili gibi; beraber mutlu değilsiniz, ama ayrılamıyorsunuz da. Gitmek istiyorsunuz, lakin bir göz hep arkada.

Bavulum yukarıdaki koşullara ne kadar hazır, bilemiyorum; ama ben hazırım. Gerekirse yağmurda ıslanır, rahatlık yerine “uyum”u seçtiğim için ayak acısıyla uğraşır, doğa gezilerini bile küçük siyah elbisemle yaparım. :) Ama hazırım.

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...