27 Şubat 2010 Cumartesi

Istanbul on Speed!

İstanbul beni bozuyor arkadaş, yoksa suç bende değil. Fransızca Kursu’nda şarapla başlayan içki merasimimin votkayla devam etmesi ve rakıyla sonlanması onun suçu, benim değil. Oysaki bu gece ipler benim elimde olacak demiştim. İçeceğiz ama adabıyla demiştim. İstanbul bu, alttan giriyor, üstten çıkıyor, kafanı sürekli karıştırıyor. Sonra telefonlar yere düşüp ekranları mı gitmiyor, ipodlar mı kaybolmuyor, cüzdanlar mı unutulmuyor… Ah İstanbul, bana verdiğin zararın haddi hesabı yok…

Bu sabah uyandım, üzerimde anason kokusu, yüzümde tam çıkmayı başaramamış bir makyaj ve susuzluktan damağa yapışmış bir dil… Koca bir su şişesini kafama dikerken kendi kendimi telkindeyim: Bugün evdeyim, belki bir James Dean filmi izlerim, bilemedin dışarı çıkıp bir yemek yerim ama evdeyim. Nokta.

Sonra İstanbul dedi ki Chicks on Speed bugün İndigo’da. Indigo da benim eski evim, oradan taşınalı ve sokağından geçmeyeli çok oldu. Indigo’nun yerini meyhaneler aldı. Gençtik, Indigo bizim parti evimizdi. İnsan yaşlandıkça biraz huzur, iki kelime edecek hoşsohbet birini arıyor vesselam.

İstanbul mazi yapalım diyor bu gece, alttan girip üsten çıkıyor gene… Orhan Veli “İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı.” derken bunu mu kastediyordu acep?

Anlaşılan o ki İstanbul on speed bu gece! Beni de sürüklüyor beraberinde… Yoksa istediğimden falan değil, içmeyi de pek sevmem zaten.

Ah İstanbul, ah!

*Gece için şimdiden demlenmeye başlamak isteyenlere; We Don't Play Guitars:


Chicks On Speed - We Don't Play Guitars (Promo Video)

MySpace Video

26 Şubat 2010 Cuma

GEZGİN QUEEN: Budapeşte Satır Arası Notları

Budapeşte’ye gitmeden önce Polyvore’da bir set yapmış, orda yaşayanlar varsa bana nereleri görmem gerektiği konusunda tavsiyeler vermelerini istemiştim. Vintage dükkanları nerdedir, ne yenir, ne içilir, nerde eğlenilir sorularının cevaplarını en iyi orda yaşayanlar bilir diye düşünmüş, belli başlı turistik yerleri gezmek yerine gizli, saklı yerleri keşfetmeyi istemiştim. Maselany takma adlı, gerçek adı ise Ida olan birisi setimi görüp birçok konuda bana son derece yardımcı oldu. O kadar ki kalacağım hosteli seçerken bile ondan yardım aldım, şehir merkezinden uzakta olsun istemiyordum çünkü. Hiç tanımadığı bir insana bu kadar yardımcı olduğu yetmiyormuş gibi bir de üstüne eğer ben de istersem benle bir kahve içemek için buluşabileceğini söyledi. Ben de “ Neden olmasın?” dedim. Gittiğimin 4. günü buluştuk. Orada üniversitede okuduğu için benle iki dersinin arasında buluşmuştu. Bu nedenle birlikte 2-3 saat geçirebildik ama çok eğlenceliydi. Hiç tanımadığınız bir insanla Polyvore üzerinden iki kelime edip bambaşka bir ülkede buluşmak… Önce bir kahve içtik, sonra beni kendi çabamla asla bulamayacağım ikinci el kıyafetler satan bir dükkana götürdü, akşamına da bir arkadaşıyla beraber yapacakları Somloi Galuska tatlısından tatmak için evine davet etti, ama ben hostelden arkadaşlarımla başka bir plan yaptığım için gidemedim. Teknolojiyi işte sadece böyle anlar için seviyorum.

Sevgililer Günü'nde Opera Binası'nın önündeki buzdan heykelin önünde poz veren çiftler...

Bu yazı daha çok insanlar ve onların hikayeleri üzerine kurulu, yani benim en sevdiğim… Aynı odada kaldığım Amerikalı bir çocuk mesela… Evinden, New York’tan çıkalı 3 sene olmuş, o zamandan beri dünyayı dolaşıyor. Kendisi bir fotoğrafçı aynı zamanda. Çektiği fotoğrafları satıyor, kafasına göre, o anda nerede olmak isterse yarın orası için bilet alıyor ve ortadan kayboluyor. Bir daha asla kendi memleketine dönmeyeceğini, zaten orada yaşadığını, bir daha oraya gidip yaşamanın anlamı olmadığını söylüyor. Evi olmadan, ailesi olmadan, bir kız arkadaşı bile olmadan yaşadığı bu göçebe hayatını diğer insanlara anlattığında insanlar ona acıyarak bakıyormuş. Oysa ona göre bütün bu bahsi geçen şeyler bizim aslında özgürlüğümüzü elimizden alan şeylermiş, o bu bağlılıklar olmadan yaşamayı seçmiş ve insanların düşündüğünün aksine oldukça mutlu bir hayat sürüyormuş. Kaldığımız hostelden bile ayrılması o kadar ani oldu ki, şu anda nerede hiç kimse bilmiyor. Biz dışarı çıkıyorduk, o çok yorgun olduğu için gelemeyeceğini söyledi. Birkaç saat sonra döndüğümüzde hostelin kapısının önünde sırt çantasıyla birlikte bekliyordu. Amerikalı aksanı ve her cümlenin başına ve sonuna eklediği “man” kelimesiyle bize çok heyecanlı bir şekilde başka bir şehre gideceğinden bahsediyordu. O kadar acelesi vardı ki hangi şehir olduğunu bile öğrenemedik. O yorgun olduğu için bizle iki sokak öteye bile gelemeyen çocuk, birkaç saat sonra başka bir şehir, belki de ülke için işte böyle yola koyuldu.

Çocuğum olsa kesin alırdım: My Other Ride Is Your Sister



Bir de Avusturalyalı bir çocuk vardı ki neredeyse bütün zamanımızı beraber geçirdik. O da evinden çıkalı 11 ay olmuş, dünyayı 2. kez turluyor. Gittiği yerlerde dönemsel işler buluyor, ordan kazandığı parayla başka bir ülkeye gidiyor.”Evine ne zaman dönmeyi düşünüyorsun?” sorusunun cevabı tam bir muamma…

Szentendre'de bir Türk dükkanı



Bu Avusturalyalı çocuk sayesinde If diye bir mekanda bir konser olduğunu öğrendik. Cuma gecesi oraya gittik. Leon adlı Bob Marley ile Lenny Kravitz arasında gidip gelen bir solistinin olduğu bir grup yaptıkları deneysel müzikle karşıladı bizi. Ordan Leon bizi özel partisine davet etti. Oradaki ekip Leon’un evine giderek bence gecenin en eğlenceli kısmını geçirdi. Şaraplar gırla, baget arası peynirli sandviçler nefis, muhabbet en şahanesinden bir ev partisi… Leon’un hikayesi de diğerlerini aratmıyor. Amerika’dan çıkıyor, Budapeşte’ye gelip burada müziğiyle para kazanıp ev tutuyor, ama bir yandan da bana “İstanbul’a gelsem iş bulabilir miyim? Orada insanların siyah insanlara karşı tutumu ne?” gibi sorular sormayı da ihmal etmiyor.
Denemedik efendim, gözümüz korktu...

Bu insanların hayatlarından ilham almamak elde değil. İşte ben gezmeyi yeni ülkelerden de ziyade sırf bu hikayeler için seviyorum.

Bir de son olarak Budapeşte’de mezarı bulunan Gül Baba’nın türbesine gittim. Bunu söylerken utanmalı mıyım bilmiyorum ama oraya giderken Gül Baba’ya dair çok az şey biliyordum. Kendisinin güller yetiştiren ve aynı zamanda savaşlara katılan bir derviş olduğunu biliyor ama neden bu kadar sevildiğini ve Macarlar tarafından bile bu derece kabul gördüğünü oraya gidince anlamayı umuyordum. Ama ne yazık ki umduğum gibi olmadı. Tek ziyaretçi bendim, görevli adam da orada bir başına beklemekten son derece sıkılmış olacak ki beni görünce gözleri parladı. Keşke hayatını anlatan, onu bu denli önemli yapan özellikleri sıralayan bir broşür gibi bir şey olsaydı… Ya da en azından duvarlardan birine yazılsaydı…
Gül Baba'nın mezarı

Budapeşte’den döndüğümden beri “Road Trip”, “Euro Trip” gibi filmleri izliyor, uçak bileti fiyatlarını her gün kontrol ediyorum. 3 yılmış, 11 aymış bunlar beni aşsa da en azından bu yaz 1 aylığına ortadan kaybolmayı hedefliyorum.

25 Şubat 2010 Perşembe

'In An ABSOLUT World, Ordinary is No Place To Be'



İstanbul'a bir geldim pir geldim. Adımımı atar atmaz kendimi Absolut sponsorluğundaki Spike Jonze'un kısa filmi "I'm Here" için gerçekleşen partide buldum.

Mandalinalı, zencefilli votkalar patlamış mısır kokulu ortamda bolca tüketildi. Açıkçası ben filmi izleyemedim. Miyop birisine göre oldukça uzakta duruyordum ve ses sistemi o kadar yankı yapıyordu ki pek bir şey de duyamadım. Bu nedenle kendimi Absolut'un kollarına bıraktım. İroniktir ki votkaların gırla aktığı bir ortamda bir süre sonra "I'm Here" demek oldukça güç bir hal alıyor.

Mekan ise İstanbul Modern'in yanında bulunan Antrepo diye bir yerdi. Çevreyi kolaçan ederken burada güzel bir defile yapılabilir diye de düşünmeden edemedik.

"A Love Story In An Absolut World" sloganına sahip film uzaktan anladığım kadarıyla iki robotun aşkını anlatıyor. Artık internete düşmesini bekleyecek, izlerken içtiğimiz votkaları yaad edeceğiz.

Ordan da ben ve sabahlar olmasıncı ekibim kendimizi Kiki'de bulduk. Bir miktar mutlu, bir miktar sarhoş, bir miktar "Absolut World" içinde....

24 Şubat 2010 Çarşamba

GEZGİN QUEEN: Budapeşte Notları

Budapeşte’den döneli 3 gün oldu ama içimden bir türlü yazmak gelmedi. Çünkü yazarsam geçmiş zaman kullanmak zorunda kalacaktım. Görülen geçmiş zamanın o –di eki her satırda yüzüme tokat gibi artık bittiğini çarpacak, bütün hepsinin artık geçmişte kaldığını her cümlede yüzüme vuracaktı. Oysaki ben hazır değildim, bitsin istemedim. Gerçi hala hazır değilim ya, yine de yazıyorum.

Şimdi benden binalarmış, heykellermiş, müzelermiş anlatmamı beklemeyin. Anlatmayacağım. Çoğunu gezmedim de, bir tane müzeye bile girmedim. Önceki seyahatlerimde elimden geldiğince müzelere de gitmeye çalışırdım. Sonra fark ettim ki ben çok farklı bir şey olmadıkça müze falan hatırlamıyorum. Sacre-Coeur’un önünde gitar çalıp Bob Marley şarkıları söyleyerek beni mest eden zenci adamı hatırlıyorum ama… Ya da Viyana’da doğum günümde bana özel olarak Michael Jackson’dan “Wanna Be Startin’ Something” şarkısını çalan dj kızı… Tayland’da ateş istediğim için benden para isteyen delikanlıyı, Bratislava’da bir lokantada arkadaşlarım bir şey sipariş etti ama ben etmedim diye bana dilenci muamelesi yapan garson kadını ya da Brno’daki deli gibi ucuz Second-Hand dükkanlarını ve Viyana’ya dönüş otobüsümüz çok geç olduğu için barlarda uyumak zorunda kaldığımız gece yarısını… Ben bunları hatırlıyorum, bunları hatırlamayı seviyorum. O yüzden buraya Parlemento Binası’ymış, Tuna Nehri’ymiş onların fotolarını falan da koymayacağım. Google’dan aratarak pek tabi bulabilirsiniz.

Budapeşte’ye ilk gittiğimde çok soğuk geldi, öyle böyle değil. O kadar ki ilk gün hostelime yerleşip tam olarak Budapeşte’nin neresinde kaldığımı anlayacak kadar şöyle bir turladıktan sonra baş ağrısından dolayı uyumak zorunda kaldım. Ama uyandığımda kendimi baş ağrısından kurtulmuş, soğuğa da alışmış buldum. Öyle ki son birkaç gün montumu çıkarıp gezdiğim bile oldu.

her yerde kar var...

Kaldığım hostelin adı Magyar Utca’da yer alan 11th Hour Cinema Hostel'di. 8 geceye toplam 38 euro ödedim, hayatımda daha önce hiç bu kadar ucuz bir hostelde kalmamıştım. Ayrıca çok rahat, şirin ve temiz bir hosteldi. Oda arkadaşlarım süperdi. En zor kısmı da onlardan ayrılmak oldu zaten. Olur da yolunuz Budapeşte’ye düşerse burada kalın, en azından bir deneyiverin. Hele bir de resepsiyonda haftanın belirli günleri çalışan Peter var ki, bir gece inin aşağıya, Peter’in en sevdiği şarap olan Egri Bikaver’den bir şişe kapın, oturun karşılıklı da bir muhabbet edin. O zaman ne demek istediğimi anlayacaksınız.

Müzeleri falan gezmek daha cazip gelebilir ama bir de mağaralara gitmeyi deneyin. Yerin 50m altına kadar indiğiniz ve ufacık deliklerden geçmek durumunda kaldığınız bu inanılmaz olayı bir test edin. Eğer rehberiniz bizimki kadar çılgınsa ve son 30m’yi hiç ışık olmadan, karanlıktan da karanlık, sessizden de sessiz bir şekilde, körmüş gibi ve sadece bir önünüzde duran, daha önce hiç tanımadığınız birine güvenmeye çalışarak gitmeyi bir deneyiverin.

karın içindeki ayaklarım
ve arkamda bıraktığım ayak izleri...

Ben kaplıcalara gitmedim, bavulum en soğuk hava koşulları için donanımlı olduğundan haliyle içinde bikini yer almıyordu. Orada da almak zor geldi, ama deneyen oda arkadaşlarım muhteşem olduğunu söylüyorlardı. City Park’ın civarında yer alan Szechenzyi adındaki kaplıcayı deneyebilirsiniz mesela.

Çok tatlı da olsa Tokaji adlı şarabı bir deneyin ama sonrasında benim gibi Boğa Kanı anlamına gelen Egri Bikaver’e dadanın ve her gece bir şişe bitiriverin. Çok üşüdüğünüzde yine benim gibi girin bir yere ve Palinka içiverin. Bakalım soğuğu bir süre hissedecek misiniz? (montsuz gezebilmemin sırrını da açıklamış oldum.) Gulyas adını verdikleri meşhur çorbadan bir tadıverin. Ben vejetaryen olduğum için bana özel yapılmış olanından içmek durumunda kaldıysam da içinde bolca sığır eti barındıran bu çorbayı bir içiverin. Sonra Gundel Palacsinta denilen üzümlü, fındıklı ve çikolata soslu bir krep var, yemeğin üzerine yemeğe kalkmayın, çatlayıverirsiniz. Ben kendisini akşam yemeği olarak tüketmiştim. Ama favori tatlım kesinlikle Somloi Galuska adını verdikleri bol çikolatalı ve kremalı olan, içinde rom barındıran tatlısı. Romdan mıdır nedir bilinmez ama her gün birer tane götürdüm!


Gundel Palacsinta yummy!
Ben pek bir alışveriş yapmadım. Çünkü orda olup da biz de olmayan hiçbir şey yok. Vaci Utca birçok markanın yan yana dizildiği bir sokak. Buraya bakabilirsiniz. Şehirde zaten 20’den fazla alışveriş merkezi varmış, ben Keleti Tren İstasyonu’na yakın bir yerde yer alan Arena Plaza’ya gittim. Siz de illaki bir şeyler almak istiyorsanız bunlara bakabilirsiniz. Ama bir de yine City Park civarında yer alan ve girmek için 150 Forint ödediğiniz bir pazar var. Orayı iyice karıştırırsanız hem çok ucuza hem de çok değişik şeyler bulabilirsiniz.
retrock dükkanı
retrock dükkanı#2 follow the white rabbit!
Gece hayatına gelince İstanbul’a kıyasla biraz sönüktü benim için. Oranın çok ünlü bir mekanı olan Morrison’s 2 ‘ye gittik bir cumartesi gecesi. Farklı katlardan ve farklı odalardan oluşan bu mekanda her odada farklı tarzda müzikler yer alıyor. Hangisi hoşunuza gidiyorsa onda takılabiliyorsunuz. Hafta sonu erkeklere giriş 1000 Forint, kızlar ise 500’e paçayı kurtarıyor. Ama biz nedense pek sevemedik. Bir de Szimpla diye bir yer var. Giriş ücretsiz ve canlı müzik yakalayabiliyorsunuz. Morrison’s’a kıyasla biz burayı daha bir sevdik. Hafta içileri ise canlı müzik ihtiyacınızı Gödör Bar’a giderek dindirebilirsiniz.

Genel anlamda şöyle bir anlattıktan sonra yaşanan küçük küçük anlardan, güzel detaylardan bir sonraki yazıda bahsedeceğim. Onları –di’li geçmiş zamanla anlatmaya inan henüz hiç hazır değilim.

13 Şubat 2010 Cumartesi

GEZGİN QUEEN: Budapeşte


İçimdeki “kaçma” duygusuna teslim oldum yine. Aslına bakarsan her bu duygu ortaya çıktığında boyun eğebilseydim eğer, şu anda dünyayı 35. kez turluyor olabilirdim. O yüzden hala birçok yeri görmemiş olduğuma sevinçliyim. Hala gidebileceğim, beni baymamış ve “yeni” olduğu için içinde umut da barındıran yerler mevcut. Hala kapağını sıkılıp da kapatmadığım kitaplar, onlarca kez okuduğumdan her satırını ezbere bilmediğim romanlar var. Yeni yerler, yeni hikayeler, yeni insanlar… Aslında en önemlisi de kendi hikayeleriyle birlikte gelen yeni insanlar…

Şu anda havaalanında oturmuş bunları yazıyorum. Budapeşte istikametine gidecek olan uçağımı bekliyorum. “Şubat ayında Budapeşte’ye mi gidilir bre akıllım?” demeyin, ben de bilmiyorum. Buradaki soğuktan şikayet ederken daha soğuğuna doğru yol alıyorum. Belki de donmaya, uyuşmaya gidiyorum. Soğuk mikropları öldürürmüş, belki ben de zihnimdeki ve ruhumdaki mikropları dondurup öldürmeye gidiyorum. Budapeşte normalde Budin ve Peşte’den oluşan ve ortadan geçen Tuna ile birbirine bağlanan bir şehir. Belki ben de kendi içimdeki bu bölünmüşlükleri birbirine bağlayacak bir Tuna Nehri aramaya gidiyorum. Bilmiyorum. Sadece gidiyorum, bunu biliyorum.

Lizard’ın Notu: Bilmediğimi bildiğim bir diğer şey de Budapeşte hakkında hiçbir şey bilmediğim. Sizin bildiğiniz şeyler, gezilip görülecek yer tavsiyeleri vs. varsa bilgilendirilmeye açığım
.

Istanbul Fashion Week Part 19: Hakan Yıldırım For Koton

Hakan Yıldırım'ın Koton için hazırladığı koleksiyon İstanbul Fashion Week'in kapanış defilesiydi. Ben de bu yazıyla birlikte artık bu serimin sonuna geliyorum ve ne de iyi ediyorum.

Hakan Yıldırım siyahı kayırmış, kendine saklamış, onun dışındaki tüm renkleri ise Koton'a bağışlamıştı sanki. Koleksiyonunda renkli opak çoraplar, pötikare desenli pantolon, ceket ve elbiseler, asimetrik kesimler, yün taytlar ilk göze çarpan detaylardı. Ben normalde Koton'u pek sevmem, takipçisi de pek değilim. Ama bu koleksiyondaki bazı parçaları beğendiğimi itiraf etmeden de geçemeyeceğim. Ayrıca böyle marka-tasarımcı çalışmalarını çok seviyor ve markaya yeni bir soluk kazandırdığını düşünüyorum.

Hakan Yıldırım'ın kapanış defilesiden sonra hemen ardından bir de kapanış partisi oldu. Son olduğundan mıdır nedir en çok bunda eğlendik biz.

Event genel anlamda güzeldi. Ama hedefleri her ne kadar büyük tutmak gerektiğinin arkasında dursam da dünya moda haftalarının arasında yer alabilmemiz için daha önce de belirttiğim gibi "popovari" zihniyetin önüne geçmemiz gerektiği kanaatindeyim.

Böylece bu seriyi sonlandırıyor ve "Oh beh!"diyorum.

Istanbul Fashion Week Part 18: Müge Ersin

Sabahın bu saatinde gözlerim yarı kapanık bir şekilde zorla kendimi bilgisayar başında tutmaya çalışıyorum. Başladığım işi bitirmek niyetindeyim, yoksa içimden geldiği falan yok. Yanımda evde bulduğum poşetlerce Çikilop adlı saçma bir abur cuburu tüketmek suretiyle kendime işkence ediyorum. Modadan bahsedesim yok, zaten artık Alexander McQueen de yok, modanın su sıralar benim için tadı da tuzu da ne yazık ki yok.

Müge Ersin, İstanbul Fashion Week serimin sondan ikinci yazısıdır. Lacivertin ve siyahın (biliyorum çok şaşırdınız) ağırlıklı olarak kullanıldığı koleksiyonda bolca sırt dekoltelerine, drapelere, volanlara ve dantellere yer verilmiş. Müge Ersin gündüzden geceye taşınabilen, sade bir kıyafeti ufak değişikliklerle bir gece kıyafetine dönüştürebileceğiniz tasarımlar hazırlıyor. Aşağıdaki resimleri de inceleyecek olursanız birçok kıyafetin düz tabanlarla gayet gündüz orda burda giyilebileceğini ama topuklularınızın ve makyajınızın da yardımıyla aynı kıyafetle gecelere de akılabileceğini fark edeceksiniz. Mavi elbise başta olmak üzere birkaç parçasını beğendim. Ama '' Öldüm, bittim.'' dersem yalandan ölür müyüm?

Siz fotoğraflarla ben de Çikilop'larımla baş başa kalayım...

11 Şubat 2010 Perşembe

RIP Alexander McQueen


İstanbul Fashion Week serime kötü ama çok kötü bir haber yüzünden ara veriyorum.

Ölüm. Blogumu az biraz takip etmişseniz ölümlerin beni ne kadar etkilediğini az çok tahmin etmişsinizdir, tanısam da tanımasam da. Hele bir de ölüm sebebi intihar olunca... Çok değil, yakın geçmişte biz de böyle bir olay yaşadık. Ölüm yeterince kabullenmesi zor bir olay, ama sebebi intihar olunca bunu kabullenmesi daha da zor bir hal alıyor.

Moda dünyası bugün çok önemli bir ismi kaybetti. Bence gelmiş geçmiş en büyük tasarımcılardan biri, benim yaptığı her işe hayranlık beslediğim, bir sanat eseri gibi tüm tasarımlarını tek tek incelediğim, adı geçtiğinde önünde eğildiğim, yaratıcı, sınır tanımaz diye nitelendirdiğim...

Alexander McQueen, bugün sabah saat 10 sularında Londra'daki evinde kendini asmış bir şekilde ölü bulunuyor. Henüz 40 yaşında, moda dünyasının zirvesinde, Londra Moda Haftası'na günler kala... Nedeni bilinmiyor ama çok sevdiği annesinin 2 Şubat'taki ölümünün bunda etkili olabileceği düşünülüyor.

Moda dünyası, moda haftaları, modeller, moda fotoğrafçıları, moda bloggerları, modayla uzaktan yakından haşır neşir olanlar, bir ucundan tutanlar bugün çok önemli bir şeyi yitirdi. Bir daha onu yazamayacak mıyız, bir sonraki çılgınlığına artık şahit olamayacak mıyız?

O Alexander Mcqueen'di, isminin önüne bir sıfat getirilmesi gerekmeyen, adınının söylenmesinin yeterli olduğu, adının her şeyi anlattığı.

Ve O artık yok.


10 Şubat 2010 Çarşamba

Istanbul Fashion Week Part 17: Avva

Vampir sezonu açılalı çok oldu ama İstanbul'a kanlı canlı yeni düştü. Avva markası yeni koleksiyonunda Victorian döneminin alacakaranlık kuşağından (nam-ı diğer twilight) esinlenmişti. Bakın bakalım, bembeyaz suratlar, gölgelendirme hileleriyle oluşturulmuş çıkık elmacık kemikler, dik yakalar size neyi anımsatacak?

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...