24 Şubat 2010 Çarşamba

GEZGİN QUEEN: Budapeşte Notları

Budapeşte’den döneli 3 gün oldu ama içimden bir türlü yazmak gelmedi. Çünkü yazarsam geçmiş zaman kullanmak zorunda kalacaktım. Görülen geçmiş zamanın o –di eki her satırda yüzüme tokat gibi artık bittiğini çarpacak, bütün hepsinin artık geçmişte kaldığını her cümlede yüzüme vuracaktı. Oysaki ben hazır değildim, bitsin istemedim. Gerçi hala hazır değilim ya, yine de yazıyorum.

Şimdi benden binalarmış, heykellermiş, müzelermiş anlatmamı beklemeyin. Anlatmayacağım. Çoğunu gezmedim de, bir tane müzeye bile girmedim. Önceki seyahatlerimde elimden geldiğince müzelere de gitmeye çalışırdım. Sonra fark ettim ki ben çok farklı bir şey olmadıkça müze falan hatırlamıyorum. Sacre-Coeur’un önünde gitar çalıp Bob Marley şarkıları söyleyerek beni mest eden zenci adamı hatırlıyorum ama… Ya da Viyana’da doğum günümde bana özel olarak Michael Jackson’dan “Wanna Be Startin’ Something” şarkısını çalan dj kızı… Tayland’da ateş istediğim için benden para isteyen delikanlıyı, Bratislava’da bir lokantada arkadaşlarım bir şey sipariş etti ama ben etmedim diye bana dilenci muamelesi yapan garson kadını ya da Brno’daki deli gibi ucuz Second-Hand dükkanlarını ve Viyana’ya dönüş otobüsümüz çok geç olduğu için barlarda uyumak zorunda kaldığımız gece yarısını… Ben bunları hatırlıyorum, bunları hatırlamayı seviyorum. O yüzden buraya Parlemento Binası’ymış, Tuna Nehri’ymiş onların fotolarını falan da koymayacağım. Google’dan aratarak pek tabi bulabilirsiniz.

Budapeşte’ye ilk gittiğimde çok soğuk geldi, öyle böyle değil. O kadar ki ilk gün hostelime yerleşip tam olarak Budapeşte’nin neresinde kaldığımı anlayacak kadar şöyle bir turladıktan sonra baş ağrısından dolayı uyumak zorunda kaldım. Ama uyandığımda kendimi baş ağrısından kurtulmuş, soğuğa da alışmış buldum. Öyle ki son birkaç gün montumu çıkarıp gezdiğim bile oldu.

her yerde kar var...

Kaldığım hostelin adı Magyar Utca’da yer alan 11th Hour Cinema Hostel'di. 8 geceye toplam 38 euro ödedim, hayatımda daha önce hiç bu kadar ucuz bir hostelde kalmamıştım. Ayrıca çok rahat, şirin ve temiz bir hosteldi. Oda arkadaşlarım süperdi. En zor kısmı da onlardan ayrılmak oldu zaten. Olur da yolunuz Budapeşte’ye düşerse burada kalın, en azından bir deneyiverin. Hele bir de resepsiyonda haftanın belirli günleri çalışan Peter var ki, bir gece inin aşağıya, Peter’in en sevdiği şarap olan Egri Bikaver’den bir şişe kapın, oturun karşılıklı da bir muhabbet edin. O zaman ne demek istediğimi anlayacaksınız.

Müzeleri falan gezmek daha cazip gelebilir ama bir de mağaralara gitmeyi deneyin. Yerin 50m altına kadar indiğiniz ve ufacık deliklerden geçmek durumunda kaldığınız bu inanılmaz olayı bir test edin. Eğer rehberiniz bizimki kadar çılgınsa ve son 30m’yi hiç ışık olmadan, karanlıktan da karanlık, sessizden de sessiz bir şekilde, körmüş gibi ve sadece bir önünüzde duran, daha önce hiç tanımadığınız birine güvenmeye çalışarak gitmeyi bir deneyiverin.

karın içindeki ayaklarım
ve arkamda bıraktığım ayak izleri...

Ben kaplıcalara gitmedim, bavulum en soğuk hava koşulları için donanımlı olduğundan haliyle içinde bikini yer almıyordu. Orada da almak zor geldi, ama deneyen oda arkadaşlarım muhteşem olduğunu söylüyorlardı. City Park’ın civarında yer alan Szechenzyi adındaki kaplıcayı deneyebilirsiniz mesela.

Çok tatlı da olsa Tokaji adlı şarabı bir deneyin ama sonrasında benim gibi Boğa Kanı anlamına gelen Egri Bikaver’e dadanın ve her gece bir şişe bitiriverin. Çok üşüdüğünüzde yine benim gibi girin bir yere ve Palinka içiverin. Bakalım soğuğu bir süre hissedecek misiniz? (montsuz gezebilmemin sırrını da açıklamış oldum.) Gulyas adını verdikleri meşhur çorbadan bir tadıverin. Ben vejetaryen olduğum için bana özel yapılmış olanından içmek durumunda kaldıysam da içinde bolca sığır eti barındıran bu çorbayı bir içiverin. Sonra Gundel Palacsinta denilen üzümlü, fındıklı ve çikolata soslu bir krep var, yemeğin üzerine yemeğe kalkmayın, çatlayıverirsiniz. Ben kendisini akşam yemeği olarak tüketmiştim. Ama favori tatlım kesinlikle Somloi Galuska adını verdikleri bol çikolatalı ve kremalı olan, içinde rom barındıran tatlısı. Romdan mıdır nedir bilinmez ama her gün birer tane götürdüm!


Gundel Palacsinta yummy!
Ben pek bir alışveriş yapmadım. Çünkü orda olup da biz de olmayan hiçbir şey yok. Vaci Utca birçok markanın yan yana dizildiği bir sokak. Buraya bakabilirsiniz. Şehirde zaten 20’den fazla alışveriş merkezi varmış, ben Keleti Tren İstasyonu’na yakın bir yerde yer alan Arena Plaza’ya gittim. Siz de illaki bir şeyler almak istiyorsanız bunlara bakabilirsiniz. Ama bir de yine City Park civarında yer alan ve girmek için 150 Forint ödediğiniz bir pazar var. Orayı iyice karıştırırsanız hem çok ucuza hem de çok değişik şeyler bulabilirsiniz.
retrock dükkanı
retrock dükkanı#2 follow the white rabbit!
Gece hayatına gelince İstanbul’a kıyasla biraz sönüktü benim için. Oranın çok ünlü bir mekanı olan Morrison’s 2 ‘ye gittik bir cumartesi gecesi. Farklı katlardan ve farklı odalardan oluşan bu mekanda her odada farklı tarzda müzikler yer alıyor. Hangisi hoşunuza gidiyorsa onda takılabiliyorsunuz. Hafta sonu erkeklere giriş 1000 Forint, kızlar ise 500’e paçayı kurtarıyor. Ama biz nedense pek sevemedik. Bir de Szimpla diye bir yer var. Giriş ücretsiz ve canlı müzik yakalayabiliyorsunuz. Morrison’s’a kıyasla biz burayı daha bir sevdik. Hafta içileri ise canlı müzik ihtiyacınızı Gödör Bar’a giderek dindirebilirsiniz.

Genel anlamda şöyle bir anlattıktan sonra yaşanan küçük küçük anlardan, güzel detaylardan bir sonraki yazıda bahsedeceğim. Onları –di’li geçmiş zamanla anlatmaya inan henüz hiç hazır değilim.

Hiç yorum yok:

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...