28 Mayıs 2011 Cumartesi

MCQUEEN OLMAK


Düşünün, gelmiş geçmiş en iyi tasarımcıların kim olduğu düşünüldüğünde isminiz ilk akla gelen isimler arasında yer alıyor. Kırk yıllık hayatınız çok az insanın sahip olabileceği başarı hikayeleri ile dolu. Moda dünyasının aykırı kişiliği, holiganı, sınır tanımayanı, yaramaz çocuğu olarak anılıyorsunuz ve sizinle mukayese edilebilecek alternatif bir isim dahi yok; çünkü siz Alexander McQueen’siniz.

Düşünün, Central Saint Martins’ten mezunsunuz. John Galliano’nun ardından Givenchy’nin baş tasarımcısı seçiliyorsunuz. ‘Homogenic’ adlı albümünün kapağı için Björk ile çalışıyor, hatta ‘Alarm Call’ adlı videosunun yönetmenliğini üstleniyorsunuz. Üst üste tam dört kez “Yılın İngiliz Modacısı” ödülüne layık görülüyor ve sonunda kendi markanızı oluşturuyorsunuz. Sarah Jessica Parker, Kate Moss, Lady Gaga, Nicole Kidman, Charlize Theron ve Naomi Campbell ise sizin tasarımlarınızı tercih eden isimlerden sadece birkaçı.

Buraya kadar Alexander McQueen olmak, dünyadaki tüm kapıları açabilen bir anahtarı elinizde tutuyormuş gibi hissettirmiş olmalı ya da dünyanın her yerinde özel ve ayrıcalıklı olabileceğiniz bir vip karta sahipmiş gibi. Ama bu sayılanlar işin sahne önündeki gösterişli kısmı, ekrana yansıyan eğlenceli tarafı. Çünkü aslında herkes birden fazla yaşam sürer. Çünkü McQueen’in eski eşi George Forsyth’nın da dediği gibi, insanlar Alexander McQueen’i sadece başarılı bir moda tasarımcısı olarak gördü; oysaki onun başka yönleri de vardı ve kimse bunları görmek için çabalamadı.


Şimdi yeniden düşünün. Düşünün ki sürekli yaratıcı olmak, üretmek, kendinizi tekrar etmemek ve hep daha iyisini yapmak zorundasınız. İnsanların, her başarılı insandan olduğu gibi, sizden de beklentileri oldukça büyük. Etrafınız bunca insan ve zenginlik ile çevriliyken, aslında kendinizi son derece yalnız hissediyorsunuz. Çünkü biliyorsunuz ki işin eğlenceli kısmı bittiğinde, parti sona erdiğinde, insanlar evlerine dağıldığında tek başınıza kalacaksınız. Üstelik çok değer verdiğiniz bir arkadaşınız intihar etmiş, annenizi ise kısa bir süre önce kaybetmişsiniz.

Bu birbirinden tamamen zıt iki yaşam arasında bağlantıyı kurmak oldukça zor olmalı; moda dünyası gibi acımasız, ikiyüzlü bir sektörde tutunup var olabilmek ve kendi içindeki sorunlara tek başına göğüs germek.


11 Şubat 2010 tarihinde Alexander McQueen’in kendini asarak intihar ettiği haberi internete düştüğünde, sosyal medyada her gün birisinin öldüğüne dair çıkan yalan haberlere çok alışkın olduğumuzdan, ilk başta inanamadık. Ayrıca Alexander McQueen gibi kariyerinin zirvesinde, her şeye sahip olduğunu düşündüğümüz bir tasarımcının kendini öldürmüş olabileceği ihtimalini aklımız almıyordu; ama haber ne yazık ki doğruydu.

Alexander McQueen aramızdan ayrılalı tam bir yıl oldu. Daha önce hiç kullanılmamış form ve şekilleri tasarımlarında kullanarak ve yaratıcılığın sınırlarını zorlayarak moda dünyasına çok şey kattı. O, bir tasarımcıdan ziyade bir sanatçıydı. Bu nedenle yakın arkadaşı Daphne Guinness’in şu sözlerine katılmamak mümkün değil: “Eğer tasarımcı McQueen ise ve siz modanın bir sanat olup olmadığını sorguluyorsanız, cevap şu olacaktır: EVET.”

* Bu yazı Size Magazine #2 için yazılmıştır.

Hiç yorum yok:

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...