30 Eylül 2011 Cuma

Stil Günlüğü: Gizem Güzelce

Gizem Güzelce-Pazarlama Uzmanı, İstanbul


Bugün ne giyiyorsun?
Üzerimde Harvey Nichols'tan aldığım Audrey Hepburn bluzum, Zara ceketim, Mango taytım, Louboutin Studded topuklularım var. Kolyemi Accessorize'dan, bilekliğimi Koton'dan, çantamı da Lois Vuitton'dan aldım.

Bu kombini hazırlayıp evden çıkman ne kadar sürdü?
Kombin yaparken genelde önce ayakkabı ve çantayı seçip diğerlerine ona göre karar verdiğim için çok fazla vaktimi almıyor. Takılarla birlikte en fazla 15 dakikamı aldı.

Nereye gidiyorsun?
Aya İrini'deki bir klasik müzik konserine.

Stilini nasıl tanımlarsın?
Ruh halimin dışa vurumu. Tek bir çizgi üzerinde tutarlı olan bir tarzım yok; bir gün romantik çağa ait dantelli bir bluz ve pastel renkler giyerken, başka bir gün rock chic olabilir ya da glitter trendinin kendimce uyarlaması olan bir kombin seçebilirim. Uyumlu, uyumsuz, renkli ya da salaş olması kendimi nasıl hissettiğimle birebir alakalı olarak değişir.

Nerelerden alışveriş yapmayı seviyorsun?
Her yerden alışveriş yapabilirim, önemli olan alacağım şeyin gözüme güzel gözükmesi ve kendime yakıştırmam. Genellikle ayakkabı ve çantalarımı fark yaratacak tasarım öğelerinden seçip, geri kalanları fast fashion markalarından tercih ediyorum. Zara, İpekyol, Twist, Forever New, Koton en sık uğradığım mağazalar.


En son ne aldın?
Espri anlayışına hayran olduğum Tina Fey'in Bossypants adlı kitabını aldım.

Herkesin bilmediği, kendi keşfin bir alışveriş yeri önerisi?
Taksim Tünel'de Original Seconds adlı bir mağaza var, MBA yaparken geliştirdiğim bir projenin uygulanmış hali olması ile çok dikkatimi çekmişti. Az kullanılmış (ikinci el değil, preowned deniyor daha çok) lüks markaların ürünlerinin toplandığı bir mağaza. Ayakkabı, çanta ve bluzlar sıradan ama kaban ve ceketlerde çok özgün, tasarım parçalar bulunabiliyor.

Ne dinliyorsun?
Flunk'ın Karma Police cover'ını.

Ne okuyorsun?
İhsan Oktay Anar - Amat

Blog ya da web adresi?

28 Eylül 2011 Çarşamba

SHOE QUEEN: I Know What You Did This Season Miu Miu


Sevgili Miu Miu Ayakkabılar,

Sanmayın ki sizden bahsetmiyor, adınızı pek ağzıma almıyorum diye sizi unuttum. Daha önce de şıpsevdi birisi olmadığımı altını çize çize söylemiştim. Bu sessiz geçen dönemde sinsice, tıpkı bir stalker gibi, sizi takip ediyor; bir dedektif titizliğiyle sizleri kim, nerede, nasıl giymiş, araştırıyordum. Yani hangi dergilerde boy gösterdiniz, kimlerle flört ettiniz, hangi yolları arşınladınız hepsini biliyorum. I know what you did this season Miu Miu Ayakkabılar. İnanmıyor musunuz? Öyleyse ispatlayayım.

Mesela sizi hem ilk giyenlerden hem de en güzel taşıyanlardan birisinin  Diane Kruger olduğunu biliyorum.



Camilla Belle ve Anna Dello Russo ile flört ettiğinizi de biliyorum.


Sonracığıma BeTwin Us, Sea of Shoes, Ithaa ve Étrangères Insights adlı blog’ları ziyaret ettiğinizi biliyorum.


New York Fashion Week'e gittiğinizi ve sokak modası fotoğrafçılarının radarına takıldığınızı pek tabii biliyorum.
 


Vogue, C Magazine, Dazed&Confused, Numero gibi pek çok derginin moda çekimlerinde yer aldığınızı ve ışıltınızla göz kamaştırdığınızı; Kate Bosworth'a ise inanılmaz yakıştığınızı biliyorum.





Bilmem anlatabildim mi? Durumun ehemmiyetinin ve ciddiyetinin bu sefer kavranılacağına inanıyor, beni bir "I Still Know What You Did This Season" yazısı yazmaya mecbur bırakmadan kendi rızanızla kapımı çalacağınızı düşünüyorum.

Sevgiler.

Fotolar: Paulidoodles, Fashion ScannerBeTwin Us, Sea of Shoes, IthaaÉtrangères Insights, Haute Like Couture, Face Hunter, The SartorialistFashion Gone Rouge, Oh Fashion Models

26 Eylül 2011 Pazartesi

SineModa: Desert Flower

Blog’daki SineModa’nın başlangıcı geçtiğimiz yıla tekabül ediyor. Moda ile sinemayı buluşturan bu köşe, bir yarışma ile başlamış ve StyleBoom ile Onur Yüksel’i Gilda ve Mr. Blonde olarak ağırlamıştı. Ben istedim ki bu köşe bir şekilde devam etsin ve moda ile beyaz perdenin buluştuğu bir yer haline gelsin. Beyaz perdede karşıma çıkan çarpıcı kostümler, bir dönemin modasını harika yansıttığını düşündüğüm dönem filmleri, ucundan kıyısından moda ile ilgili olduğuna inandığım her dizi ya da film SineModa çatısı altında toplansın. Üniversitede okuduğum bölüm itibarıyla da sinema, oldukça haşır neşir olduğum ve en az moda kadar ilgimi çeken bir konu. Bilgisayarım ‘Modayla İlgili Filmler’, ‘Beyaz Perdedeki İkonik Elbiseler’ gibi başlıkları olan word dosyaları ile dolu. Ve bugün kendime dedim ki; bunları neden paylaşmıyorum?


Desert FlowerWaris Dirie’nin aynı adlı otobiyografik kitabından uyarlanan bir film. Waris, kızların sünnet edilmesinin bir gelenek haline geldiği bir ortamda dünyaya geldiği için 3 yaşında sünnet edilen, 13 yaşında evlendirilmek istenince ailesinin yanından kaçan ve en sonunda Afrika’yı terk edip Londra’ya gelen Somalili genç bir kadın. Filmde onun Afrika’dan ayrıldıktan sonraki mücadelesini, kendi ayakları üzerinde durma çabasını, yaşadığı zorlukları ve duygusal bocalamalarını izliyoruz. Kadın sünneti gibi akıl almaz bir soruna da parmak bastığı ve gerçek bir hikayeden uyarlandığı için oldukça iç burkan bir film olduğunu baştan söyleyeyim.


Liya Kebede ve Waris Dirie

Peki moda bunun neresinde? Hemen açıklayayım. Waris Dirie, Terence Donovan adlı tanınmış bir fotoğrafçı tarafından keşfedilmiş; Vogue, Elle, Glamour, Harper’s Bazaar gibi dergilerin kapağını süslemiş; Milano, Paris, Londra ve New York’taki moda haftalarında podyumda boy göstermiş zamanının önemli modellerinden birisi aynı zamanda. Filmde modelliğe nasıl başladığına ve kariyerindeki yükselişine de şahit oluyoruz. Daha da önemlisi Waris Dirie rolünde karşımıza etnik güzelliğiyle her daim markaların ilgisini çekmeyi başarmış, oldukça başarılı bir model olan Liya Kebede çıkıyor. Yani kısacası modayı, saçma sapan geleneklerin kurbanı olmuş kadınları ve bir kadının ayakta kalma mücadelesini ilginç bir şekilde sentezleyen bu film izlenmeye değer.



Fotolar: Models Blog, Helium Magazine

24 Eylül 2011 Cumartesi

Yeni Bir Yüz: Valerija Sestic


Valerija Sestic, geçtiğimiz haftalarda gerçekleşen New York Fashion Week’e kadar daha önce hiç podyuma çıkmamıştı. Yine geçtiğimiz haftalarda gerçekleşen New York Fashion Week’e kadar daha önce hiç New York’ta bulunmamıştı. Yani New York, Valerija için birçok ilkin gerçekleştiği, kariyerinin çok hızlı ve çalkantılı bir şekilde başladığı yer oldu. Daha önce hiç defile tecrübesi olmayan Hırvat asıllı İsviçreli model, New York Fashion Week kapsamında aralarında Marc by Marc Jacobs, Tory Burch, BCBG Max Azria, Prabal Gurung, DKNY, Carolina Herrera, Herve Ledger, Rodarte, Oscar de la Renta gibi önemli markaların da yer aldığı toplam 15 defilede boy gösterdi ve dikkatleri üzerine çekti.

Ports 1961/ DKNY/ 3.1 Phillip Lim

Harika ten rengi, duru güzelliği ve pürüzsüz cildi dikkatleri üzerine çekmesinde rol oynayan önemli etmenler; lakin yalnızca bu değil. Valerija Sestic’in yaşıyla ilgili olan tartışmalar onu moda dünyasının gündemine oturttu. Council of Fashion Designers of America’ya göre bir model podyuma çıkabilmek için 16, gece geç saatlere kadar çekimlerde çalıştırılabilmek için ise 18 yaşında olmalı. Valerija ve ajansı ise bütün cast saçimlerinde Valerija’nın 16 yaşında olduğunu söyleyerek işleri almışlar. Ama oysa Valerija henüz 15 yaşında.

Böylece moda dünyası her zaman olduğu gibi yeniden modelliğin yaşını ve bunun sağlıklı olup olmadığını sorgulamaya başladı. Ama onlar bunları tartışadursun, Valerjia çoktan New York’tan ayrılıp Milan Fashion Week’te podyuma çıkabilmek için Milano’ya geçmişti bile.

Marc by Marc Jacobs/ Oscar de la Renta/ Y-3

Modellik Valerija için henüz çok yeni bir şey; yalnızca birkaç ay önce, geçtiğimiz Nisan ayının sonunda ailesi ile birlikte Hırvatistan’da tatildeyken keşfedildi. Yani aslında her şey onun için inanılmaz bir hızda ilerliyor. Gidişata bakılırsa da bu ve önümüzdeki seneler onun yılı olacak gibi gözüküyor. Dergi sayfalarında, markaların reklam kampanyalarında bundan böyle kendisine çok sık rastlayacağız. Demedi demeyin.

23 Eylül 2011 Cuma

BLOGOSFER: Jeannine Tan


New York Fashion Week'e dair farklı yorumlar bulmak amacıyla blogosfer aleminde bir sağa bir sola savrulup dururken keşfettim henüz 17 yaşında olan Jeannine Tan isimli genç bir fotoğrafçının blog'unu. Fotoğraflardaki renkler ve yakalanan karelerdeki doğallık, bilgisayar başına çivilenmeme ve hayranlıkla saatlerce ekrana bakmama sebep oldu. Özellikle backstage fotoğrafları insana garip bir mutluluk aşılıyor. Avustralyalı fotoğrafçının New York Fashion Week macerasında çektiği fotoğraflardan en beğendiklerimi görmek için sizleri aşağıya, kendisi ve diğer işleri hakkında daha fazla bilgi sahibi olmak ve çektiği fotoğraflar arasında kaybolmak içinse blog'una alalım: http://papertissue.tumblr.com/


Fotolar: Papertissue

21 Eylül 2011 Çarşamba

TREND QUEEN: Kürk

Diane Von Furstenberg/ Emanuel Ungaro/ The Row

Gerçek kürke karşı olan duygularımı ve kullanımını neden desteklemediğimi daha önce Size Magazine için yazdığım şu yazıda paylaşmıştım. Moda her şey olabilir, ama asla bir katil olmamalı ve biz tüketiciler de buna rağbet göstererek suça ortak olup elimizi kana bulamamalıyız. Şık olmak adına pek çok şeyi göze alabiliyoruz; acılar içinde kıvranmamıza rağmen yüksek stiletto’lar, dapdaracık korseler giyebiliyoruz. Güzellik uğruna gıkımızı çıkarmadan saatlerce kuaför salonlarında oturabiliyor, estetik operasyonlara başvurabiliyoruz. Ama bu uğurda başka bir canlının hayatını almak, asla ve asla kabul edilebilir bir şey değil.

Ama kürk aynı zamanda soğuk kış günlerinin hem sıcak tutması hem de çok şık oluşu nedeniyle kurtarıcısı. Peki giyemeyecek miyiz? Elbette giyeceğiz, artık gerçekleri kadar şık ve başarılı üretilebilen yapay kürkleri tercih ederek. Üstelik bu kış daha da çok giyeceğiz. Çünkü kürk bu kış çok daha renkli ve cezbedici modellerle geri dönüyor ve sezonun en hip parçasını oluşturuyor.


The Row

Bu kış kürkü sadece soğuktan korunmak için üzerimize aldığımız bir mont olarak değil, aynı zamanda kıyafetimizi bambaşka bir havaya sokan bir aksesuar olarak da kullanıyoruz. İster boynumuza fular gibi sarıyor, ister yaka olarak kullanıyor, ister bot ya da çanta gibi aksesuarlarımızı kürk detaylarıyla süslüyor, ister omzumuza atıyor, istersek de kafamıza bere olarak takıyoruz. Renk konusunda ise sky is the limit, yani bu sezon sınırsız bir renk yelpazesini ayağımıza seriyor. Canlı, patlayan renkler, farklı desen ve renk karışımlarından oluşan kürkler; bu sezonun en çok öne çıkan kürk modelleri arasında.


Gucci

Kürk trendini yine bu sezonun dikkat çeken bir diğer trendi olan maskülen görünümlü bir stil ile beraber uygulayabiliriz. Daha romantik bir görünüm için dantelli bluz ve eteklerimizle kombinleyebiliriz. Daha retro dokunuşlar için 60’lı yıllar esintili elbiselerimizle giyebiliriz. 70’li yılların Charlie Girl stili ile birleşince de oldukça şık duracaktır.



Ayrıca aşağıdaki videodaki ipuçları da kürkü neyle ve nasıl kombinleyebileceğiniz konusunda yardımcı olabilir:




Fotolar: Chictopia, Style.com

20 Eylül 2011 Salı

GEZGİN QUEEN: İtalya= Ye, Gez, Alışveriş Yap

Ye, Dua Et, Sev’in büyük ihtimalle kitabını okumuş, filmini izlemiş ya da benim gibi her ikisini birden yapmışsınızdır. Kitabı 3 bölüme ayrılır. Kitabın adı da bu 3 bölümün adlarının birleşmesinden oluşur. “Ye” başlıklı ilk bölüm Roma’da geçer. Sorunlu bir evlilik ve boşanmanın ardından Elizabeth Gilbert, kapağı zar zor Roma’ya atar ve mükemmel pizzalara karşı koyamayarak kendini yemeye verir. Tabii bu ona yol, su ve kilo olarak geri döner, kıyafetlerine girememeye başlar ama o bunu dert etmez; çünkü mutludur.

İncecik İtalyan pizzalarının, iştah kabartıcı soslara bulanmış birbirinden lezzetli spagettilerin ve en önemlisi de bugüne kadar yemiş olduğum en güzel dondurmaların tadına varınca Elizabeth Gilbert’ı anmadan ve kendisine hak vermeden duramadım. Meşhur İtalyan sivrisinekleriyle tanışmış, kendilerinin hunharca saldırılarına maruz kalmıştık ve hava 500 dereceydi ama olsundu; dondurmalar çok güzeldi ve biz çok mutluyduk.

Elizabeth Gilbert gibi ben de bu yolculuğumu kitaplaştırmak istesem, adı muhtemelen şu olurdu: “Ye, Gez, Alışveriş Yap” Ee madem kitap yazamıyorum, ben de blog’umda paylaşayım dedim. Ve işte huzurlarınızda Ye, Gez, Alışveriş Yap.


Ye:

İtalya’da çok kısa sürede çok şey başarmaya ve görebildiğimiz kadar çok yer görmeye çalıştığımızdan dolayı, yemek eylemi bizim için daha çok yorulduğumuzda karşımıza çıkan ilk kafeye ya da restorana oturmak şeklinde gerçekleşti. Bu nedenle şu restorana gidip şunu, şu kafeye gidip şunu yiyin diyemeyeceğim. Ama birkaç ipucu verebilirim tabii ki: Ne yapın edin, bir şekilde sırf o pizzaların tadına bakabilmek için yolunuzu Napoli’den geçirin. Dünyanın en iyi pizzaları İtalyan pizzaları olabilir, ama en İyi İtalyan pizzaları da kesinlikle Napoli’de. Floransa’da ise Piazza del Mercato Centrale civarlarında Za-Za diye bir yer var ki spagettileri mutlaka tadılmalı. Biraz sıra bekleyebiliyorsunuz ama buna kesinlikle değiyor.

Sonrasında ise kendinizi benim gibi dondurmalara verin. Yeşil elmalı, tarçınlı çikolatalı, yoğurtlu, beyaz çikolatalı, tiramisulu gibi envayi çeşidi bulunan dondurmalardan bol bol tüketin.

Piazza Navona

Gez:

Roma: Roma’nın neresine baksanız tarihi eser, hangi sokağına sapsanız orada harika bir mimari yapı. Bu nedenle aslında Roma’da yapılabilecek en güzel şey, sokaklarda amaçsızca yürümek. Kaybolmak, kayboldukça harika yerler keşfetmek. Lakin az zaman varsa ve nokta atışları yapmak gerekiyorsa, o zaman bence mutlaka görülmesi gereken yerler şunlar: Ölümcül gladyatör ve vahşi hayvan dövüşlerinin yapıldığı Collosseo, pek tabii ki Vatikan ve Vatikan müzeleri (özellikle de Raffaello Odaları ve Sistina Şapeli), Pantheon, lüks ve sürekli hareketli kafelerle çevrili Piazza Navona (buradaki Barok tarzındaki çeşmelerden gözünüzü ayıramayacaksınız) ve de Piazza del Popolo. Ama en çok nereyi sevdin derseniz, cevabım hazır: Piazza di Spagna ve İspanyol Merdivenleri. Bir de Fontana di Trevi (Aşk Çeşmesi) var ki, buraya gittiğinizde çeşmeye paranızı atıp aşkınızı dilemeyi unutmayın.


Ponte dei Sospiri

Venedik: Bir şehri sevebilmem için üç şey yeterli; daracık sokaklar, harika binalar ve her yerin yürüme mesafesinde olması. Buna Avrupa’da başka hiçbir yerde rastlanamayacak olan kendine özgü atmosferi de eklenince, Venedik kesinlikle İtalya’daki en sevdiğim yerlerden biri oldu. Kara taşıtlarının hiçbirisinin olmadığı, ulaşımın deniz otobüsleriyle yapıldığı, buram buram romantizm kokan bu şehre geldiğinizde Rialto Köprüsü’nü, Büyük Kanal’ı, Piazza San Marco’yu, San Polo’yu, Palazzo Ducale’yi ve Casanova’nın fantastik bir şekilde kaçtığı Piombi Hapishanesi’ni muhakkak ziyaret edin. Artık çevresi reklamlarla bezeli olduğu için pek anlaşılmasa da zamanında hüzün ve romantizm ile dolup taşan Ponte dei Sospiri’yi, yani İç Çekişler Köprüsü’nü de görmeden Venedik’i terk etmeyin. Sarayla zindanları bağlayan bu köprüden eskiden tutukluları geçirirlermiş. Bu köprüdeki pencerelerden gözüken Venedik manzarası, tutukluların gördüğü son manzara olurmuş. Yani özgürlüklerine, arkada bıraktıkları kişilere, aşklarına bir nevi burada veda ederlermiş. Bu nedenle 1602’de inşa edilen köprüye, çok sonraları İngiliz şair Lord Byron tarafından İç Çekişler Köprüsü adı verilmiş ve o zamandan beri de bu şekilde anılmaya başlamış.

Geriye kalan zamanınızı ise Venedik’te girebildiğiniz her sokak arasına girerek değerlendirin. Yalnızca turistlerin rağbet ettiği gondollora binip şehir turu yapmak istiyorsanız da muhakkak pazarlık yapın. 120 euro’dan fiyatı açıp 70 euro’ya kadar indirebiliyorlar.

Benim olur musun?

Napoli: Napoli, sırf pizzalarının tadına bakabilmek için uğradığımız bir yerdi. Bu nedenle sadecede yarım gün geçirdik. Ama gelmişken şehri şöyle bir turlamayı, Duomo’yu, Castel Nuovo’yu, Quartieri Spagnoli’yi, Palazzo Reale’yi görmeyi ihmal etmedik. Pizzalarının ne kadar harika olduğunu söylemiş miydim?

Pisa ve Siena: Siena da Pisa da Floransa’dan trenle bir saat uzaklıkta ve günübirlik gidilebilecek yerler. Pisa’ya malum, her turist gibi biz de Pisa Kulesi’ni görmeye gittik. Zaten burada görülmesi gereken yerlerin başında gelen Duomo, Pisa Kulesi ve Vaftizhane;  Compo dei Mirocoli çevresinde toplandığı için çok kısa sürede gezebiliyorsunuz. Yalnız Pisa Kulesi’ne çıkmak isterseniz biraz beklemeniz gerekebiliyor. Siena ise bence Pisa’ya kıyasla çok daha güzel ve şirin bir yer. Yine dar sokaklardan oluşan küçük bir yer olması nedeniyle kendisini daha çok sevdim. Şehir içinde 1-2 saat turlamak Duomo’yu, Palazzo Pubblico’yu, Palazzo Piccolomini’yi görmeye yetiyor da artıyor bile. Buraya aslında Palio Festivali zamanında gelmeli ve gelmişken de şarapları mutlaka tadılmalı.

Parco Sempione

Milano: İtalya’da hangi şehre gitseniz karşınıza bir Duomo çıkıyor. Milano’nun da en hareketli kısmı burası. Ayrıca tüm markalar, alışveriş merkezleri bu Duomo’nun çevresinde toplanmış. Modanın ve aynı zamanda İtalya’nın finans merkezi olan Milano, bana kalırsa turistik bir geziden ziyade, alışveriş için tercih edilebilecek bir şehir. Ama görülecek çok güzel yerler de yok değil. Hayatımda gördüğüm en güzel parklardan birini (Parco Sempione) Milano’da gördüm diyebilirim. Sırf bunun için bile gidilmeye değer aslında. Santa Maria delle Grazie’de bulunan Leonardo da Vinci’nin Son Akşam Yemeği’ni de görmek istedik ama bazı yerlere girebilmek için çok önceden rezervasyon yaptırmak gerekiyor. Bu nedenle gidilmek istenilen yerlerin prosedürlerini seyahate çıkmadan önce araştırmakta fayda var. Bunların dışında Galleria Vittorio Emanuele II ve çeşitli müzeler ziyaret edilebilecek yerler arasında.


Floransa: En güzelini en sona sakladım. Floransa sokaklarında gezinirken içimden “Beni bırakın, beni bırakın, beni bırakın bu cadelerde” şarkısını mırıldandığımı hatırlıyorum. Foloransa açık hava bir müze gibi; her yer sanat eseri, her yerde hayranlık uyandıracak bir şey var. İtalya’ya dair en çok, burada geçirdiğim günleri özlüyorum.

Floransa’da görülecek çok şey var. Öncelikle isteseniz de istemeseniz de ilk olarak devasal ve heybetli Duomo’yu göreceksiniz. Kendisini görmezlikten gelmek gibi bir şansınız yok. İtalya’nın en önemli sanat koleksiyonuna sahiplik yapan Uffizi’ye bir girdiğinizde uzun bir süre çıkamayacaksınız. Akşamları dondurmanızı alıp Palazzo Vecchio’ya gidecek ve burada müzik yapan harika bir sokak müzisyenini dinleyeceksiniz. Bütün şehri ayaklarınızın altına seren Piazzale Michelangelo’ya gidip Floransa’yı bir de en tepeden seyredeceksiniz. Galleria dell’Accademia’ya Michelangelo’nun meşhur Davud’unu görmeye gideceksiniz. Hep hareketli ve kalabalık olan Ponte Vecchio’dan geçecek, Piazza Pitti’ye gelecek, buradaki Galleria del Costume di Palazzo Pitti’yi ziyaret edecek ve içerideki tüm kıyafetlere hayran kalacaksınız. (Daha önce burada detaylı olarak yazmıştım.) Yani kısacası tam bir carpe diem hayatı süreceksiniz.


Alışveriş Yap:

İtalya evet, modanın merkezlerinden biri; lakin Prada, Miu Miu, Chanel gibi dev markalardan alışveriş yapmayacaksanız, daha hesaplı bir alışveriş peşindeyseniz çok fazla bir şey bulamayabiliyorsunuz. İtalya gerçekten de giyim konusunda anlamsız pahalı, bu nedenle canım Paris’imi büyük bir özlemle anmadım değil. Bir ikinci el ve vintage delisi olan bendeniz, her zamanki gibi bulunduğu şehirlerdeki vintage butiklerini hemen defterine not etti, kaybola kaybola bir şekilde onları bulmayı başardı, büyük bir heyecanla kapılarını çaldı ama gördüğü fiyatlar karşısında sükut-u hayale uğradı ve elleri boş, kalbi kırık bir şekilde butiklerden ayrıldı.

Ama hiçbir şey alışveriş yapmak isteyen bir kadını durduramaz. Bütün bu zor koşullara rağmen bolca takı, bir çift ayakkabı ve birkaç parça kıyafetle dönmeyi başarabildim. Tabii bir de paket paket makarna getirdim. :)

Kısacası İtalya çok güzeldi ve ben çok eğlendim.

Fotolar: Gizem Dalyan

16 Eylül 2011 Cuma

Stil Günlüğü: Başak Gürgan

Başak Gürgan-Uluslararası İlişkiler Uzmanı/Blogger-İzmir


Bugün ne giyiyorsun?
Fermuarlı büstiyer H&M, tişört BSB, pullu tayt Twist, sandaletler Casa Rossi, çanta Francesco Biasia, bileklikler ise Topshop ve Alaçatı Pazarı'ndan. Yüzükler hediyeydi, kolyeyi de kendim yaptım.

Bu kombini hazırlayıp evden çıkman ne kadar sürdü?
10 dakika bile sürmedi. Çok acelem vardı.

Nereye gidiyorsun?
Evin altındaki kafede arkadaşım bekliyordu, onun yanına gidiyorum. Anlatacakları varmış.

Stilini nasıl tanımlarsın?
Karışık ve renkli sanırım. Renkli de enteresan bir tabir, sanki siyah-beyaz renk değilmiş gibi. Ama en önemlisi rahat edebilmek, kışın da üşümemek. Yoksa nasıl görünürsem görüneyim mutlu olamıyorum.

Nerelerden alışveriş yapmayı seviyorsun?
Sıcaklarda gez dolaş, giyin soyun zor geldiği için yaz boyunca online alışverişe bağladım. İlk denemede ayakkabı numarasını tutturamadım, sonraları başarıyı yakaladım. Kışın da online devam edeceğim, bu sefer de soğuk bahanesiyle.


En son ne aldın?
En son bikini alıp önümüzdeki yıla yatırım yaptım. Yaz başında daha gözüm alışmadığından olsa gerek, bikini almakta zorlanıyorum. Sezon sonu tüm yazın bronzluğu ile daha hoş duruyor diyeceğim e ben o bronzluğa bir türlü ulaşamadım. Yine de daha kolay ve hesaplı oluyor.

Herkesin bilmediği, kendi keşfin bir alışveriş yeri önerisi?
The Cobra Shop’u yeni öğrendim, arkadaşım söyledi. Keşif sayılır mı bilmiyorum ama adresi: shop.thecobrashake.com Özellikle fotoğraflardaki dağınıklık kalbimi çaldı.

Ne dinliyorsun?
The Do - Slippery Slope

Ne okuyorsun?
Bu soru karşısında aklıma bunun gelmesine engel olamadım, pardon: Okuyom ben ya. (link)

Blog ya da web adresi?

13 Eylül 2011 Salı

GEZGİN QUEEN: Floransa ve Galleria del Costume di Palazzo Pitti

Roma, Napoli, Milano, Venedik, Pisa, Siena ve Floransa’dan oluşan pek yorucu ama bir o kadar da keyifli olan İtalya tatilimden geçtiğimiz haftalarda geri döndüm. Döndüğümde beni bekleyen harika bir Jamiroquai konseri ile defileler ve partilerle oldukça yoğun geçen bir İstanbul Fashion Week olduğundan blog’da bu tatilden bahsetmeye pek zamanım olmamıştı açıkçası. İtalya’da geçirdiğim 20 günü buraya olduğu gibi aktaramamış olsam da bir şey var ki, değinmemek olmazdı.

İtalya’dan aklım Venedik, kalbim ise Floransa’da kalmış bir şekilde geri döndüm. Floransa’yı o kadar çok sevdim ki, planlanan tatilde Floransa’ya ayrılan gün yalnızca 2 iken, ben o sayıyı 6’ya çıkarıverdim. Bu 6 günün bir gününü de plansızca, elimde harita ya da kitap olmadan, kimseye bir şey sormadan geçirmek istedim. İşte o gün ayaklarım beni Piazza Pitti’ye götürdü. Burada tesadüf eseri Galleria del Costume di Palazzo Pitti’yi keşfettim. Açıkçası içeride ne sergilendiğine dair pek bir fikrim yoktu ama costume kelimesi, giriş biletini almam için yeterliydi. İçeride Gianfranco Ferrè, Givenchy ya da Roberto Cavalli’lerin beni beklediğini bilseydim muhtemelen uça uça, seke seke giderdim.




Galleria del Costume di Palazzo Pitti’nin şöyle bir özelliği var; konu hep moda olsa da içerisinde sergilenen kıyafetler her 2 ya da 3 senede bir değişiyor.  Bu nedenle kendisini bundan böyle sıkıca takip etmeyi, her 2-3 senede bir buraya uğrayarak hem Floransa’ya olan özlemimi gidermeyi hem de bu müzeyi gezmeyi planlıyorum.

Şu anda Galleria del Costume di Palazzo Pitti’de 3 farklı yüzyıla ait kıyafet ve aksesuarların birbirlerine olan benzerliklerine göre gruplara ayrıldığı bir koleksiyon sergileniyor. Böylelikle yüzyıllar arasındaki farklılıklara ve benzerliklere, kadın vücudunun nasıl şekil değiştirdiğine, modanın geçmişten nasıl beslendiğine, zamanında moda olmuş şeylerin yüzyıllar sonrasını nasıl etkilediğine ve esin kaynağı olduğuna şahit oluyor ve mutluluk ile heyecan karışımı bir duyguyla bu zaman yolculuğunun bir parçası haline geliyorsunuz. Gördüğüm hiçbir parçayı unutmak istemediğim için çıkışta kitabını da edindim ve en beğendiğim parçalardan bazılarını scan ederek (her ne kadar kitap zarar görmesin  diye biraz eğri olsalar da) sizinle paylaşayım istedim.




Asla terk etmek istemediğim ve tekrar tekrar başa dönerek toplamda 3 kere baştan gezdiğim bu müzede önce yarı açık ağzımla hayranlıkla incelediğim, sonra tasarımcısına bakmak için yanlardaki bilgileri okuyunca kimin tarafından tasarlandığını öğrendiğim tüm tasarımlar Gianfranco Ferrè’ye aitti. Ama bir tanesi var ki; yarım saat yanından ayrılamadığım, dönüp dönüp tekrar incelediğim için gözetmenler birazdan camı kırıp kıyafeti çalmaya yelteneceğimi düşünmüş olabilirler. O da şu:


Paylaştığım görseller, kıyafetler ve müze hakkında fikir sahibi olunmasını sağlıyor olsa da hiçbiri yakından görmenin tadını vermiyor maalesef. Onlara dokunmayı ve vakt-i zamanında onları giymiş olan kişilerin hislerini tahayyül dahi edemiyorum ama muhteşem bir his olmalı.

Olur da bir gün Floransa’ya yolunuz düşerse burayı mutlaka ziyaret ederek kendinize bu kıyafetleri yakından görmenin keyfini yaşatın. O zaman ne demek istediğimi çok daha iyi anlayacaksınız.

7 Eylül 2011 Çarşamba

İstanbul Fashion Week Başlıyor


Az önce bir arkadaşım İstanbul Fashion Week’e hazır olup olmadığımı sordu. Yukarıdaki fotoğrafta görmüş olduğunuz üzere topuklu ayakkabılarım, asla yanımdan ayırmadığım güneş kremim ve 4 gün boyunca sürecek olan maratondaki en kıdemli dostum yara bantlarım ile bendeniz oldukça hazırım.

Sıkı moda takipçileri defile programını çoktan ezberlediler, notlarını tek tek aldılar ama ben yine de son bir hatırlatma olarak programı paylaşıyor, vücudumu bu koşuşturmaya hazırlamak adına sıkı bir uyku çekmeye gidiyor ve topuklu ayakkabıların gazabına uğrayacak tüm cefakar ayaklara bir temennide bulunmak istiyorum: May the force be with you.



Ulyana Sergeenko'nun 2011-2012 Sonbahar/Kış Koleksiyonu

Uzun zamandır hiçbir look book beni bu kadar heyecanlandırmamış, hiçbir koleksiyondaki tüm parçaları -ayırt etmeden- bu kadar büyük bir tutkuyla istememiştim. Aslen bir fotoğrafçı olan, ama sahip olduğu stili her şeyin önüne geçen son dönemlerin en önemli stil ikonu, sokak fotoğrafçılarının gözdesi Ulyana Sergeenko, nihayetinde ilk koleksiyonunun look book’unu su yüzüne çıkardı ve gerek koleksiyondaki parçalarla, gerek fotoğrafların muhteşemliğiyle zaten stiline hayran olan birçok kişiyi kendisine yine, yeni, yeniden hayran bıraktı.





Koleksiyondaki her parça buram buram Ulyana kokuyor, sanki her bir parça kendi gardırobundan fırlamış gibi. Giyim tarzı ve stil anlayışı, adeta bir projektörle yansıtılmışçasına koleksiyondaki her parçada çok keskin bir biçimde hissediliyor. Stilinin en öne çıkan özelliğinin 50’li yıllara yaptığı göndermeler ve kendisinin bir Rus olduğu düşünülecek olursa, “50’li yılların Sovyet Vogue İllüstrasyonu” diye tanımladığı koleksiyonunun aslında tamamen kendi stil anlayışının bir dışavurumu olduğu çok daha iyi anlaşılabilir. Koleksiyondaki kırmızı elbisenin neredeyse aynısını, Giambattista Valli’nin 2010’daki Paris defilesinde Ulyana’nın üzerinde görmüştük zaten. Koleksiyonun bel kemiğini oluşturan yüksek belli uzun etekler, karpuz kollar, kabarık etekler, başa bağlanan eşarplar, çiçek desenleri ve önlük elbiseler, Ulyana Sergeenko’nun kişisel stilinin de olmazsa olmaz parçaları.





Sonuç olarak muhteşem bir stil, yetenekli bir fotoğrafçının gözü ve 50’li yıllar aynı potada eritilince ortaya çıkan bu look book tek kelimeyle harika gözüküyor.
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...