28 Haziran 2010 Pazartesi

Hikayen Ne?: İpek Yaylacıoğlu (Oyuncu / Tasarımcı)

İpek ile tanışalı dört sene olmuştur herhalde. Ne oyunculuk yaptığını biliyordum, ne de şapkalarını. Modellik yaptığı bir etkinlikte tanıştığımız için gerçekten modellik yaptığını, işinin bu olduğunu zannetmiştim, o kadar güzeldi çünkü.

Sonra tanıdım; hem kendisini hem de tasarımlarını. İtiraf etmek gerekirse ben İpek vasıtasıyla tanıştım böyle şapkalarla ve ilginç aksesuarlarla. Şimdi nereye giderseniz gidin, kafasına büyükçe bir aksesuar kondurmuş birisiyle karşılaşıyorsunuz, birçok yerde de artık bu tarz aksesuarlar bulabiliyorsunuz. Ama bundan yıllar önce eğer bir mekanda kafasında kocaman, şirin bir örümceği ya da Marilyn Monroe'nun yüzünü taşıyan güzel bir kız görmüşseniz, o İpek'tir.

Hani gıpta ederek baktığınız insanlar vardır ya, sizin ne giyeceğinize karar vermek için harcadığınız zamana onlar onlarca şey sığdırırlar; işte İpek onlardan birisi. Henüz tanışmadıysanız şayet, şimdi tanışın hadi.



Şimdi ben seni yakınen tanıyan birisi olarak az çok biliyorum, ama bilmeyenler için bize biraz kendinden ve hikayenden bahsetsen?

31 Temmuz 1984 İstanbul doğumluyum. Nişantaşı Işık Lisesi'nden mezun olduktan sonra İstanbul Bilgi Üniversitesi Reklamcılık Bölümü'nü bitirdim. Üniversitede okurken oyunculuk yapmaya, fotoğraf çekmeye ve aynı zamanda aksesuar tasarlamaya başladım. Hiç reklamcılıkla ilgili bir işte çalışmadım kısacası.

Oyuncu olmaya nasıl karar verdin ve bunun için nasıl bir yol izledin?

Beş yaşından beri reklamlarda rol alıyordum. Üniversitedeyken birkaç reklamda rol aldıktan sonra dizi oyunculuğu teklifi geldi. Aklımda hiç oyuncu olmak gibi bir hedef yoktu. Önce çekindim, ancak birkaç sahneden sonra yavaş yavaş alışmaya başladım. Oyuncu olmaya tam anlamıyla karar verdikten sonra kendimi geliştirmeye karar verdim. Sahnem bittikten sonra usta oyuncuları izliyordum -hala da izliyorum- bir şeyler kapmak için. Onun dışında yerli yabancı eğitmenlerden oyunculuk ve diksiyon eğitimi aldım. Bunu yanı sıra algılarımı açık tutmaya çalışıyorum, insanların hangi olaylara ne tepki verdiklerine dikkat ediyorum. Ayrıca çokça film izliyorum.

İlk oyunculuk deneyimini paylaşmanı istesem ve bir de şimdiye kadar nerelerde rol aldığını sorsam?

İlk sahnemdi; inanılmaz heyecanlıydım, ama belli etmemeye çalışıyordum. Bütün sahneyi tiyatro oyunundaymışım gibi yüksek sesle oynadım. Nedenini gerçekten bilmiyorum! Başka sahneye geçtik, yönetmen yanıma gelip neden bu kadar yüksek sesle oynadığımı sordu. Çok utanmıştım! Birçok reklam filminin yanı sıra, Ihlamurlar Altında, Senden Başka, Elif, Kavak Yelleri ve Arka Sokaklar dizilerinde ve Başka Semtin Çocukları adlı sinema filminde rol aldım.



Aynı anda birçok işi beraber yürütebilen ve bu işlerde başarılı da olabilen o hayran olduğum insanlardan birisin sen. Oluşturduğun Wicked adli marka için ayakkabı, saç aksesuarları ve şapkalar da tasarlayıp satıyorsun. Peki aksesuar tasarlamaya nasıl başladın? Bunun için herhangi bir eğitim aldın mı?

Üniversitede grafiker olmaya karar vermiştim. Üzerinde oynamak için ham ve yüksek çözünürlüklü fotoğraflara ihtiyaç duyuyordum. Zamanla -eskiden de merakım vardı- fotoğrafa merak saldım. Grafik görünümlü portre fotoğraflar çekmeye başladım. Yakın çekim olduğu için makyajla renklendiriyordum fotoğrafları, ancak bir süre sonra aksesuar kullanmak istedim. Uygun şapka ve aksesuarlar aradım ama istediğim özelliklerde bulamadım. Bir gün oturdum, kendime fotoğrafta kullanmak için kilden bir şapka yaptım. Beklediğimden olumlu tepkiler aldım. Böylece aksesuar ve şapka tasarlamaya başlamış oldum. Geçen sene Londra'da şapka üzerine eğitim aldım. En kısa zamanda aksesuar üzerine de bir eğitim almayı planlıyorum.

Büyük, eğlenceli, biraz da çılgın saç aksesuarları ve saça tutturulan değişik şapkalar bundan 3-4 sene önce bu kadar popüler değildi. İtiraf etmek gerekirse benim bu tarz aksesuarlarla tanışmam seninle tanışmamla birlikte gerçekleşti; bana sen sevdirdin diyebilirim. Senden önce de bu tarz aksesuarlar tasarlayan tasarımcılar var mıydı Türkiye'de, ya da öncülerinden biri olduğunu düşünüyor musun?

Bunu ben de çok düşünüyorum aslında . :) Dediğim gibi fotoğrafta kullanmak için o kadar aramama rağmen sadece kostüm kiralayan birkaç yerde, çok yüksek fiyatlar karşılığında kiralanan şapkalar vardı. Hala benim tarzımda şapka tasarlayan çok kişi yok, üç-beş kişi. Cevabı siz verin, gerçekten bilemiyorum, belki o zaman ararken ben görmemişimdir!

Wicked markasını sence özel kılan şey ne ve nereden satın alabiliriz?

Wicked; eğlenmekten çekinmeyen, cesur ve yaratıcı insanları hedeflemiş, "diğerlerinin" ne dediğini umursamayan, Burton'vari dünyasında ilerleyen, kişiye özel tasarımlara da açık bir marka. Herhalde en önemli özelliği bu. http://wickedbyipek.blogspot.com adresinden Wicked ile  ilgili tüm haberlere ve bilgilere ulaşabilirsiniz. Ayrıca bana mail de atabilirsiniz: ipekyaylacioglu@hotmail.com

Daha çok kimler Wicked ürünlerini tercih ediyor? Aralarında tanıdık isimler de var mı?

Tercih edenlerin belirli ortak bir özellikleri yok. Genelde kişiye özel istekler alıyorum. Birçok ünlüyle çalışma fırsatım oldu ancak markama en yakın hissettiğim Deniz Berdan ve kızı Begüm.


Bunun yanı sıra fotoğrafçılıkla da uğraştığını biliyorum ben. Onunla da ilgili projeler var mı? Hiç sergin oldu mu ya da ilerde olmasını istiyor musun?

Birkaç yıl öncesine kadar birçok fotoğraf sergisine katıldım, ancak bu ara tasarıma ağırlık verdiğim için malesef zaman ayıramıyorum. Aklımda fotoğrafla ilgili bir sürü proje var, tabii ki ilerde hayata geçirmeyi de çok isterim. Umarım kısa zamanda olur!

Çektiğin fotoğrafları nereden görebiliriz peki?

http://iusedtobeacat.deviantart.com adresinde bütün çalışmalarımı görebilirsiniz.

Bunca yeteneğin olması yetmiyormuş gibi bir de üstüne çok da güzelsin sen. Hatta zamanında Hey Girl Dergisi'nin düzenlediği "Kapak Kızı" adlı yarışmada 2. olmuşluğun bile var. Peki hiç bunun dezavantajlarını yaşadığın oldu mu? Çünkü özellikle oyunculukta zaman zaman güzelliğin yaptığın işin önüne geçtiği söyleniyor.

Teşekkür ederim. :) Oyunculuğa adım atmak için fiziksel görüntünün önemi çok büyük, bu bir gerçek. Ancak sürekli olarak görüntünüz, oyunculuğunuzun önüne geçiyorsa bir sorun var demektir. Ben kendimde böyle bir durum hissetmiyorum.

Hem bir tasarımcı hem de bir oyuncu olarak ilerisi için ne gibi hedeflerin var?

İki meslek de çok zorlu ve özveri isteyen meslekler. Umarım hayatım boyunca kendimi geliştirerek hem oyunculuğu hem de tasarımı elimden geldiğince en iyi şekilde yapmaya devam edebilirim. Oyunculukta az ve öz projelerde yer almaya devam edeceğim. Tasarımlarım için ise mağaza açmak gibi bir hayalim var.

Boş zamanlarında neler yapıyorsun? Nerelere gidiyorsun? Ne yiyor, ne içiyorsun?

Fırsat buldukça film izliyorum, konserlere gidiyorum, spora gidiyorum ve bisiklete biniyorum. Genelde Kadıköy, Bağdat Caddesi ve Taksim civarlarındayım. Tasarımlarda kullanmak için Eminönü'ndeki minik, bilinmeyen dükkanlara uğramayı da ihmal etmiyorum.


Fotolar: Wicked

26 Haziran 2010 Cumartesi

Böyle Havaya Böyle Gelin

Yaz mevsiminin geldiğini artan festival sayısı dışında başka nereden anlıyoruz? Her gün eve gelen evlilik davetiyelerinden elbette. Açık hava olsun, yaz düğünü olsun, havuz başında olsun diye diye yaza kadar sabrettiniz. Bütün seneyi türlü türlü planlar içerisinde geçirdiniz, beklediniz de beklediniz. Ee, n'oldu? Sonuç? Hayat size oldukça "su"lu şakalar yapabiliyor bazen. Sen ne kadar planlarsan planla, istediğin kadar peçeteleri tabak çanağa göre tasarla, en küçük süsün bile pasta üzerindeki koordinatlarını ayarla, mükemmeliyeti tam ortasından vurmak için çabala, olmayınca olmuyor. Bazen hayat bize "kestirilemez" olduğunu tekrar tekrar hatırlatıyor. Hem de sen kendinden en emin olduğun anda, her şey kontrolündeyken, daha fazla emin olamazken; çıkıp da sana resmen meydan okuyor, ipler asıl kimin elindeymiş bir güzel yüzüne vuruyor.

Bu duruma belki de biraz felsefik yaklaştım. Belki de sadece bütün sene boyunca başının etini yediğiniz bekar bir arkadaşınızın ahını aldınız. Kim bilir?

Bu havalar tam Seattle havaları; gri, depresif, oldukça grunge. Yakışır mı hiç bu havalara prenses gibi gelinler, makyaj yapacağız diye boya küpüne düşmeler, yüze renk vereceğiz diye allığı boca etmeler, gelin başı saç modelleri, allı pullu gelinlikler, vücüda sürülen simler... Yakışır mı ha?

Diyorum hazır havalar böyleyken; Fur-Fur'un Japon Moda Haftası'nda sergilediği evlilik temalı koleksiyonundaki gibi dolaşsa kızlarımız, Love Story yerine Pearl Jam'den gelse Thin Air adlı dans şarkımız, kocaman bir banana split olsa pastamız... Güzel olmaz mıydı?


Fotolar: Tokyo Fashion

25 Haziran 2010 Cuma

SHOE QUEEN: Footzy Rolls Babetler



Kadınların canı daha tatlıdır, acı eşiği daha düşüktür derler. Külliyen yalan. Bizler ki yüksek ökçelerimizin tepesinde, delik deşik yolların üzerinde; evden işe, işten toplantıya, toplantıdan partilere bir cambaz gibi seke seke gidebilen yaratıklarız. Beğendiğimiz yüksek topuklu ayakkabı; ayağımıza bir numara küçük olsa dahi alıp, giyip, üstüne de etrafa "cool" bakışlar atabilen, gülücükler saçabilen varlıklarız. Kim çıkarıyor böyle dedikodular, oldukça anlamsız.

Ama hani olur ya, bazen o ayakkabıyı bir süreliğine çıkarmak ister canımız. Acıya falan dayanamadığımızdan değil tabii(!); tamamen ayaklarımız hava alsın diye, ya da ortopedik sebepler nedeniyle, veyahut kötü yollarda, onca paraya kıyarak aldığımız ayakkabılarımızın topuklarının zarar görmesini istemediğimiz için. Ama asla ve asla acı çektiğimizden değil!

Böyle durumlarda yedek ayakkabı taşımak gerekir ama o ayakkabıyı nereye koyacaksın? Hadi ayakkabıyı yanına aldın diyelim; onu içine koyacak, hem de kıyafetine uyacak büyük bir çanta da bulmak durumundasın ve bir de bunu tüm gün taşımak zorunda kalacaksın. Olur mu? Olmaz. İmaj her şeydir, geri kalan her şeye ise boşverilir.

Jennifer ve Sarah Caplan adlı iki kardeş, oturup, kadınların bu büyük sorununu nasıl çözebileceği konusunda kafa yoruyor ve sonunda söyle bir çözüm buluyorlar: Footzy Rolls.


"The Rollable Shoe" sloganlı bu babetler, adından da anlaşılacağı gibi, yuvarlanarak rulo haline getirilebiliyor; böylelikle çok az yer kaplıyorlar. Farklı renk seçeneklerinin de bulunduğu bu babetlerin fiyatları $25 ile $30 arasında değişiyor ve Footzybag adını verdikleri bir çanta ile beraber gönderiliyorlar. Böylelikle ayaklarınızı dinlendirmek amaçlı çıkardığınız yüksek ökçelerinizi bu poşetin içerisine koyabiliyorsunuz. Her ne kadar gönderim yaptıkları ülkeler listesinde Türkiye yer almasa da, bizzat kendileriyle mail'leştiğim için gönül rahatlığıyla söyleyebilirim; Türkiye'ye de gönderim yapıyorlar.

Ayaklarına biraz daha insaflı davranmak isteyenler için: http://www.footzyrolls.com/

Victoria's Secret modeli Jessica Hart

*Bu yazı Reset! Magazine Sayı: 60 için yazılmıştır.

23 Haziran 2010 Çarşamba

I Am A Barbie Girl In The Barbie World


Tamam, belki bugüne kadar birbirinden ilginç ve çılgın takılarla karşılaşmış olabilirsiniz; ama böylesini gördüğünüzden şüpheliyim.

Bir kız çocuğuyken, hep daha fazla Barbie'sinin olmasını isteyen ve sürekli onlarla oynayarak hayal gücünü geliştiren Margaux Lange adlı tasarımcı, bir yetişkin olduğunda da Barbie bebeklere karşı olan ilgisini kaybetmiyor; sadece onlarla oynama şeklini birazcık(!) değiştiriyor. "Plastic Body Series" adını verdiği bu koleksiyonu için tasarımcı, Barbie bebekleri parçalara ayırıyor; kafasını, gözünü, göğüslerini ve diğer uzuvlarını gümüş ve değerli taşlarla birleştirerek; kolyeler, bilezikler, küpeler, yüzükler tasarlıyor. Etsy üzerinden satışa çıkardığı tasarımlarının fiyatı ise $150'dan başlıyor.

Yaaaa, yıllarca evinizin köşesinde hatıra diye sakladınız durdunuz. Gördünüz mü, insanlar nasıl değerlendiriyor. Ben şimdi, hazır daha kimse el atmamışken, ilkokul sıralarında anlımın akıyla kazandığım taso'larımı değerlendirmeye gidiyorum.



Fotolar:Margaux Lange

21 Haziran 2010 Pazartesi

BLOGOSFER: The Seventeen Magazine Project

Kaybolan festival ruhumla ters orantılı artan araştırmacı kişiliğim sonucu, bu haftasonu Efes One Love'a gitmek yerine, evde kalıp internetin başında daldan dala konmayı tercih ettim. Bu vesileyle de çok farklı bir blog keşfettim. Paylaşmamak olmaz.

18 yaşındaki bir lise öğrencisinin "The Seventeen Magazine Project" adını verdiği blog'u, uzun zamandır karşılaştığım en ilginç blog'lardan biri. Hepimiz bir şekilde, her ay düzenli olarak birtakım dergileri alıyor ve okuyoruz. Bu dergiler, her ay bize çeşitli tavsiyeler veriyor; her ay nasıl daha güzel olabileceğimiz, nasıl formda kalabileceğimiz, nasıl daha çekici, daha tatlı, daha popüler hale gelebileceğimiz konusunda yol gösteriyor. Bununla da kalmıyor, ilişkilerimize de el atıyorlar; erkek arkadaşımızı nasıl elimizde tutacağımız, hoşlandığımız çocuğun dikkatini nasıl çekebileceğimiz konusunda yol gösteriyor, bazı testler hazırlıyorlar. Makyaj önerileri ve stil konusundaki tavsiyeler de cabası. Jamie Keiles de bu tarz dergilerin, her ne kadar "Kendin Ol" gibi nasihatler verseler de, aslında mükemmel ve ideal insanlar yaratmayı hedeflediğini düşünüyor ve şu soruların cevaplarını aramaya koyuluyor: Bize her ay onlarca tavsiye veren bu dergileri ciddiye alıyor ve tavsiyelerine uyuyor muyuz? Eğer uymuyorsak ve sadece okuyup geçiyorsak, bu dergileri neden hala almaya devam ediyoruz? Dergilerin daha güzel, daha zayıf, daha başarılı, daha çekici, daha şirin ya da popüler olmamız için verdiği tavsiyeler cidden işe yarıyor mu? Bunları uyguladığımızda hayatımızda gerçekten köklü değişiklikler olacak mı?


Böylelikle Jamie, The Seventeen Magazine'i seçerek, derginin Haziran sayısındaki önerilerini tek tek uygulamaya başlıyor ve bunları blog'unda paylaşıyor. Bu süre zarfında, diyetlerden güzellik ve stil önerilerine kadar birçok farklı şey deniyor, derginin önerdiği kitapları ve filmleri takip ediyor, dergiden çıkan erkek posterlerini odasının duvarlarına asıyor.

Aslında dergilerin, özellikle gençler üzerindeki etkilerini incelemek açısından çok önemli ve dikkat çekici bir proje. Bir göz atmakta fayda var: 

Fotolar: The Seventeen Magazine Project

20 Haziran 2010 Pazar

Marilyn Monroe'nun Mozaik Portreleri

Bütün güzelliğinin, çekiciliğinin, kadınlığının, bütün o yaratılan imajın altında kırılgan ve sadece sevilmeyi bekleyen naif bir kız yatıyordu aslında. O hiçbir zaman seks sembolü olmayı istememişti belki de; istenmeyerek geçen çocukluğunun aksine, dikkat çekmek ve ilgi istiyordu sadece.

Marilyn Monroe'nun bu dünyayı terk etmesinin üzerinden neredeyse 50 yıl geçti, ama onun o ikonik yüzü, sanatın her dalını hala beslemeye devam ediyor. Sicis Art Factory'nin mozaik Marilyn Monroe portreleri, hayatı boyunca sevgiyi aramış ve bir yere ait olmayı dilemiş bu güzel kadının güzel yüzünü evimizin duvarlarına taşıyor; insanın hepsini alası, evin her odasına asası geliyor. Hem "Marilyn Monroe'ya mozaik bir portreden daha iyi ne yakışabilirdi ki!" diye de düşündürüyor. Çünkü o da her defasında içten içe  kırılıp da, sanki kendi parçalarından kendisini yeniden yaratıyormuş gibi...

"All I want is to be loved, for myself and for my talent." diyen Marilyn'i bu dünya çok sevdi ve sevmeye de devam edecek.



19 Haziran 2010 Cumartesi

Güzelsem Suçum Ne?

Modelliğin ömrünün diğer mesleklere göre daha kısa olmasından mı, çok küçük yaşta bu mesleğe başlayan modellerin büyüdükçe kendilerini keşfetmesinden mi, yoksa sadece “güzel bir yüz” olarak anılmayı yeterli bulmayıp, başka yeteneklerinin de olduğunu göstermek istemelerinden mi bilinmez; lakin modellerin başka işlere de el atması, özellikle son yıllarda oldukça karşımıza çıkan bir durum.

Lily Cole (The Imaginarium of Doctor Parnassus)

Bu durumun örneği o kadar çok ki saymakla bitmez. Özellikle oyunculuğu tercih ediyor ya da moda dünyasından uzaklaşmayarak bir de tasarımcılığa el atıyorlar. Modellikten oyunculuğa geçiş yapanlar arasında “ubermensch” Milla Jovovich, “The Black Baloon” filmiyle karşımıza çıkan Gemma Ward, “Slumdog Millionaire”deki rolüyle yıldızı parlayan Freida Pinto, “The Imaginarium of Doctor Parnassus” filminde Heath Ledger ile başrolleri paylaşan Lily Cole gibi isimler yer alıyor. Topshop ile anlaşan Kate Moss ve RVCA ile işbirliği yapan Erin Wasson da kendi koleksiyonlarıyla karşımıza çıkıyor. Bunun yanı sıra Karen Elson gibi şarkıcılığa, Heidi Klum gibi hem yapımcılığa hem de sunuculuğa, ya da eski bir model olan ve modelliğe bir türlü ısınamayan, sonrasında da yaşadıklarını paylaşmak için bir kitap yazan Amanda Kerlin gibi yazarlığa soyunan modeller de mevcut. En azından bir blog açıp, hayatlarını paylaşıp, bizlere başka yönlerini göstermeye çabalayanlar da var. Bunun en iyi örneklerinden biri de geçtiğimiz yıl intihar eden, benim çok beğendiğim, Daul Kim adlı Koreli bir modelin “I Like To Folk Myself” adlı blog’u idi.

Naag

Şimdilerdeyse Agyness Deyn, bir arkadaşı ile birlikte, Naag adlı bir e-dergi çıkarmaya başladı. Agyness Deyn’in kreatif direktörlüğünü üstlendiği ve “Beauty”, “Places”, “Culture”, “Fashion” olmak üzere 4 ana başlıktan oluşan dergi hakkında, henüz çok yeni olduğu için yorum yapmak biraz zor olsa da, arada bir göz atmakta fayda var: http://naag.com/

Hepsi olmasa da, içlerinde başarılı işlere imza atan ve “Bazen güzel bir kadın, sadece güzel bir kadın değildir. Pekala güzel olmasının yanı sıra başarılı da olabilir.” dedirtenler de yok değil.


Fotolar: Shadowplay, Naag

17 Haziran 2010 Perşembe

Mona Lisa Gülüşlü Yunuslar



Ben küçükken, çok küçükken, 6 bilemedin 7 yaşlarındayken, reenkarnasyon kelimesiyle ilk tanıştığımda, bundan önceki hayatımı bir yunus olarak geçirdiğime inanıyordum. Bununla da gurur duyarak evin içinde geziniyordum. Yunuslara dair ne varsa izliyor, her şeyi topluyordum. Ev yunuslu kolyelerden, bileziklerden, çerçevelerden geçilmiyordu. 90'lı yıllarda yeniden çekilen Flipper dizisi en sevdiğim diziydi. Orta hazırlıkta ingilizce öğrenirken, haftasonu hocanın ödev olarak verdiği kompozisyonlarımın başlıca konusu da yunuslardı. Konunun ne olduğu çok da önemli değildi aslında. En sevdiğin hayvan nedir de olabilirdi, en iyi arkadaşın kim de. Ben oturur yunusları anlatırdım, habire.

Yine küçükken, annemin beni fokların ve yunusların gösteri yaptığı bir şova götürdüğü gün, o yunusları karşımda canlı canlı gördüğüm an, en mutlu olduğum andı. Hele ayrılırken bir yunusun başına dokunmanın, onu sevmenin verdiği mutluluğu inan, tarif etmek olanaksızdı.

16 yaşındayken piercing yaptırdığımda, ilk piercing'imin üzerinde de pek tabii yunus vardı; kendimi bildim bileli en büyük hayalim bir yunusla yüzmek, ona sarılmaktı.

O zamanlar ulaşılması bana oldukça zor gözüken bu hayal, artık o kadar da zor değil. Dünyanın her yerinde olan sayısız su parklarından birine gidip, bir yunusla yüzebiliyorsunuz. Biletix'ten bile 150 YTL karşılığında satın alabileceğiniz biletlerle bu imkana sahip olabiliyorsunuz. Ama işin aslı nasıl, bunu biliyor musunuz?

2 gün önce izlediğim The Cove filmi, bu milyonlarca dolarlık sektörün arkasında nelerin yattığını anlatıyor. Sırf biz çocuklarımızı ellerinden tutup götürelim, iki alkışlayalım, iki yüzelim, 3-5 kare fotoğraf çektirelim, bütün şımarıklığımızla "Ay ne şirin!" diyebilelim diye bu hayvanların nelere katlanmak zorunda kaldığını dile getiriyor. Doğanın vergisi mutlak gülüşlerinin altında, o Mona Lisa gülüşlerinin ardında ne acılara katlandıklarını resmediyor.

Filmde bir yandan da 60'lı yıllarda çekilen Flipper dizisi için 5 tane dişi yunusu kendi elleriyle yakalayan ve onları eğiten Ric O'Barry'nin günah çıkarışına şahit oluyorsunuz. Bu 5 yunustan Kathy adlı olanının bir gün kendisine doğru yüzdüğünü, gözlerinin içine baktığını, son nefesini alarak ve bir daha nefes almamayı seçerek nasıl intihar ettiğini dinliyorsunuz. Burada özellikle intihar kelimesinin altını çiziyor Ric O'Barry; yunusların bizler gibi bilinçsizce nefes almadığını, her nefeslerinin bilinçli bir çabanın ürünü olduğunu ve istedikleri takdirde bir daha nefes almamayı seçebileceklerini dile getiriyor. İşte o gün artık bunu daha fazla yapamayacağını anlıyor; çalıştığı havuzdaki tüm yunusları serbest bırakıyor, böylece sayısız kere tutuklanmasının ilki gerçekleşiyor ve iç burkan bir şekilde, o dönemler için şu sözleri söylüyor: " Hayatımın 10 senesini bu sektörün gelişimi için harcadım. 35 senedir ise yok etmeye çalışıyorum. Çok iyi paralar kazandığım o dönemlerde, her sene Porsche'mi yeniliyordum. Şimdiki aklım olsa bütün su parklarını satın alır ve bu sektöre bir son verirdim."

Film Japonya'nın Taiji kasabasında, ulusal park kisvesi altında, her tarafında "Tehlikeli!" veya "Girilmesi Yasak!" diye yazan, tellerle çevrili gizli koyunda yaşananları konu alıyor. Yunusların nasıl yakalandığını, dünyanın her yerinden gelen eğitmenlerin yunusları nasıl seçtiklerini, seçilmeyenlerinin ise yunus eti için nasıl canice öldürüldüğünü, koyun kana bulanmış kıpkırmızı halini, gizli kameralarla kaydettikleri görüntülerle ekranlara taşıyor. Burası dünyadaki tüm su parklarına yunus sağlayan en büyük tedarikçilerden biri. Yani muhtemelen beraber yüzdüğünüz, fotoğraf çektirerek Facebook profil resminiz haline getirdiğiniz o yunuslar buradan getiriliyor. Her yıl burada, bu küçücük koyda, eylül ve mart ayları arasında 23.000 yunus öldürülüyor! Japonlar ise durumdan bihaber; değil burada böyle bir katliamın yapıldığını, içinde fazla miktarda cıva bulunması nedeniyle tüketilmesi de oldukça zararlı olan yunus eti yediğini bile bilmiyor!

Bir yunusun yüzündeki gülümseme doğadaki en aldatıcı yanılgı olabiliyor bazen. Çünkü su parklarında, esaret altında tutulan o yunuslar depresyona giriyor, stresten ülser oluyor, sürekli ilaç kullanmak durumunda kalıyorlar. En hassas noktaları ses; siz çığlık çığlığa "ne tatlı, ne şirin" diye bağırıp var gücünüzle alkışlarken, onlar buna dayanamayıp, bunalıma girip, intiharın eşiğine gelebiliyorlar.

Bu filmi izlerken belki bazılarınız Ric O'Barry'i klasik bir Amerikalı stereotipi olarak görecek; kötü Japonlara karşı dünyayı kurtarmaya çalışan bir Amerikalı. İşin aslı öyle değil aslında. Çünkü siz her bir yunusla yüzmeye gidişinizde, her onların top çevirişini alkışladığınızda buna katkı sağlıyor, buna neden oluyorsunuz.

Tıpkı Ric O'Barry'nin de filmde dediği gibi; bu küçücük koyda olanları bile çözemezsek, dünyadaki büyük sorunları nasıl çözeceğiz?


Foto: sadecegir.com

14 Haziran 2010 Pazartesi

Hikayen Ne?: Hacer Yeni (Dergici/Yazar)

Ben bir blog sahibiyim. Ama blogger mıyım, onu bilmiyorum. Blogger, blog sahibi olan herkese verilen ortak isim mi? Yoksa blogger'lık takipçi sayısı ve popülerlikle doğru orantılı mı? Ya da artık yazdığın yazılarla, olaylara bakış açınla kendini bir şekilde ispatladığın vakit mi blogger olarak anılmaya hak kazanıyorsun, üzerinde hala düşünmekteyim.

Ama şunu biliyorum; artık neredeyse herkesin bir blog'u var, artık fark edilmek, takip edilmek istiyoruz. Evet, takip edilmek istiyoruz ve takip edenlerimizin sayısına göre değer kazanıyoruz. Gerek Twitter olsun, gerek blog'larımız olsun, gerek diğer sosyal medya ağları olsun; takipçi sayımız arttıkça "bilinir" insanlar haline geliyoruz. Ayrıca söylediklerimiz ciddiye alınsın istiyoruz, önemsensin istiyoruz, sesimiz duyulsun istiyoruz. Kısacası kale alınmak istiyoruz. Hatta kendimizi alternatif basın olarak görüyoruz; çeşitli etkinlerde bu şekilde değerlendirilmek, diğer basın mensupları gibi muamele görmek istiyoruz.

Kale alınıyoruz da, özellikle moda blog'ları son zamanlarda oldukça revaçta. Markalar lansmanları için blogger'lara öncelik tanıyor, İstanbul Fashion Week gibi etkinliklere blogger'lar da bir basın mensubu gibi dahil ediliyor, dergilere ya da gazetelere konu oluyorlar. Hatta "Blog Ödülleri" bile düzenleniyor.

Buraya kadar her şey iyi hoş. Önemseniyoruz, dinleniyoruz, takip ediliyoruz. Bütün dikkatler üzerimizde. Ama bu dikkatlerin üzerimizde olması beraberinde eleştirileri de getirebiliyor. Peki ya eleştirilmeye gelince? O zaman nasıl bir tutum sergiliyoruz? Başkaları bizi büyük bir dikkat ile dinlerken biz başkalarını nasıl dinliyoruz?

Şunu da belirteyim, bu yukarıda yazdıklarım her blog sahibi için geçerli değil tabi. Gerçekten hiçbir iddiası olmadan yapanlar, dijital bir günlük tutar gibi blog yazanlar da var. Bunun yanı sıra blog'unu bundan sonra yapacakları için kapı olarak görenler de var. Hiçbir beklentisi olmaksızın blog tutmaya başlayıp blog'u sayesinde tesadüfen, bilmeden bazı kapıları aralayanlar da var. Ama nedeni ne olursa olsun, hepsinin ortak bir özelliği var: Kişisel olması ve bize düşüncelerimizi özgürce ifade etme imkanı sağlaması.

Evet, aslında blog sahibi olmanın en güzel tarafı bu, yani kişisel olması. Bütün özü, özelliği ve de güzelliği burada saklı. Konuları özgürce belirlediğiniz, kendinizi özgürce ifade edebildiğiniz, tamamen size ait bir alan. Burada daldan dala konabiliyorsunuz. Kimini takdir ediyor, yere göğe sığdıramıyor, kimini de yerden yere vuruyorsunuz. "Özgürce" her türlü düşüncenizi dile getirebiliyorsunuz. Bu nedenle kendimizi "özgürce" ifade ettiğimiz blog'larımıza dair, birinden ya da birilerinden "özgürce" bir yorum geldiğinde, blogger'lar tarafından gösterilen tepkilere bazen şaşırabiliyorum. Ben blog'umda Vogue Türkiye'yi rahatça eleştirebiliyorsam, kalkıp "Karl Lagerfeld iyisin hoşsun ama bu sefer olmamış be canım!" diyebiliyorsam, bu birinin de beni eleştirme hakkına sahip olmasına yol açmıyor mu?

Buraya nasıl geldim? Hacer Yeni'nin Elle Haziran sayısında yazmış olduğu "Nasıl Dergici Olunur?” başlıklı yazısından. Bu yazının varlığını çeşitli sosyal medya ağları sayesinde öğrendim. Sırf bu yazıyı okumak için dergiyi almamış olsaydım eğer, Hacer Yeni'nin blog'ları ağır bombardımana tutmuş olduğunu düşünebilirdim. 3 sayfalık uzun bir yazının sadece bir paragrafı blogger'lık ile ilgili. Yazısında Türkçe'nin düzgün kullanılmadığını, seçilen konuların ya da yazıların çok da orjinal olmadığını dile getiriyor ve şöyle diyor: " Aralarında çok iyi diyebileceğimiz tek bir moda blog'u yok." Bütün moda blog'larının çok kötü, rezalet olduğunu söylemiyor, ama çok iyi olduklarını da düşünmüyor. Kanımca oradaki çok kelimesinin altını çizmek gerekiyor; iyi olabilirsiniz, ama çok iyi değilsiniz. Bence bir blogger olarak kendini, bir blog olarak da kendi blog'unu çok iyi olarak adlandırmak zaten "çok iyi" olmanın felsefesine de aykırı düşüyor.

Hem ayrıca son 1 senedir blog'ların inanılmaz derecede dikkat çekmesi ile o kadar çok ilgileniyorum ki utanmasam oturup üzerine tez yazacağım. Olumlu ya da olumsuz her eleştirel düşünceyi öğrenmek istiyorum. Blogger'lar ile çeşitli markalar arasında yapılan anlaşmalar da çok hoşuma gidiyor, yazarların görüşleri de.

Bu nedenle Hacer Yeni'ye bir mail attım. Blogger'lığı eleştirdiği bir yazı nedeniyle bir blog'a konuk olması kendisine biraz ironik gelebilir ve kabul etmez diye başlarda tereddütlüydüm. Benim bu düşüncemi "Bir şeyi sonsuz bir şekilde eleştirebilirim ama bu ona karşı olduğum anlamına gelmez." diye cevaplayarak blog'un "Hikayen Ne?" bölümüne konuk olmayı kabul etti. Böylelikle beni de oldukça mutlu etti.

Sanılmasın ki blog'culuğa ve blogger'lığa karşı bir tutum içindeyim; sonuçta ben de şu anda okumakta olduğunuz blog'un sahibesiyim. Ancak yine aynı nedenlerden ötürü herkesin düşüncesini de merak etmekteyim.

Bu yazıya katılırsınız ya da katılmazsınız; lakin dikkatli okursanız satır aralarında işe yarar notlar bulacaksınız.


Seninle irtibata geçmemin başlıca nedeni Elle Haziran sayısında blog'culuk ile ilgili yazdığın yazıydı aslında. Ama bu şekilde, yani "Türkiye'deki blog'ları eleştiren" Hacer Yeni olarak anılmak, onlarca yeteneği olduğu halde sırf ünlü birisinin kızı olduğu için babasının ismiyle anılan kişilerin durumuna benziyor. Bu nedenle önce bize biraz hikayenden bahsetsen? Kimdir Hacer Yeni, bize biraz anlatsan?

Blog’ları eleştiren Hacer Yeni şeklinde anıldığımı düşünmüyorum. Öyle bir şey varsa da beni böyle anan yine blog’culardır herhalde. Daha önce yazdıklarımı fark edemedilerse bu onların sorunu. Yanlış gördüğüm ne varsa söylerim ve yazarım. Ben gazeteciyim.

Marmara Üniversitesi, İngiliz Dili Eğitimi mezunuyum. Aynı üniversitede Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler yüksek lisansımı bitirmek üzereyim. Yeditepe Üniversitesi’nde beş yıl İngilizce dersleri verdim. Sonra sıfırdan başlamaya ve yazmaya karar verdim. Hepsi bu.

Moda ile nasıl haşır neşir oldun ve bunu işe dönüştürmen gerektiğine ne zaman karar verdin?

İşe dönüştürmek demeyelim ama moda yazdığı sanrısıyla yaşayanlara baktıkça, çalışırsam kesinlikle yapabilirim, en iyisi olabilirim diye düşündüm.

Bir dergici olarak dergiciliğin geleceği konusunda neler düşünüyorsun? İnternet sence derginin düşmanı mı?

İnternet yazılı medyaya tabii ki köstek olmuştur ama o bunun düşmanı vs. diyemeyiz. Hepsinin yeri ayrı çünkü. Twitter’dan yığınla insan takip ediyorsun ama hiçbir şey insana güzel bir makalenin tadını ve derinliğini vermiyor mesela. İnternetin ya da blog’ların dergiciliğin düşmanı olduğunu düşünmüyorum. Yazımın ardından bazı blog’culardan dergiciler tarafından kıskanıldıklarını düşündüklerini belirten mail’ler aldım. Kendilerini kendi gözlerinde biraz fazla mı büyütüyorlar ne? O zaman dergiciler de blog’cuların onları kıskandıklarını ima etsin. Bir tek “Kutu Kutu Pense” oynamadığımız kalsın.

Moda konusunda Türkiye nasıl bir yerde? Birçok güzel gelişmeler oluyor; Vogue, Türkiye'ye geliyor, moda haftalarımız gerçekleşiyor, birçok yerli stil blog'u ortaya çıkıyor. Ama iş giyinip sokağa çıkmaya gelince ne kadar özgürüz? "Elalem ne der?" düşüncesinden artık kurtulabildik mi?

Moda konusunda çok şey oluyor ama hala en baştayız. Yine de bunu kötü bir şey olarak algılama lütfen. Başlangıçlar her zaman iyidir. Sokaklar ise benim en derin yaram. Bütün derdim onlarla zaten. Kadınların Chanel çanta alacak kadar para kazanabilecekleri, sonra da bunları Karaköy sokaklarında paralayabilecekleri bir ülke istiyorum. Yalnızca partiler için giyinmedikleri, sokaklardan kaçmadıkları bir zamanı bekliyorum. Hayalim bu.

Elle Haziran sayısında blogger'lık ve Türk blog'lar ile ilgili yazdığın yazı özellikle blogger'lar tarafından pek hoş karşılanmadı. Oysaki çok da kötü şeyler yazmamış, sadece düşüncelerini ifade etmiştin. Yanlış anlaşıldığını düşünüyor musun?

Nasıl anlamak isterlerse anlayabilirler. Kimseden mesul değilim, yazdıklarımdan sorumluyum yalnızca. Sonuna kadar da arkasındayım. Onlar için iyi ya da kötü profesyonel bir şeyler yazdım. Sizin için herkes “iyidir, hoştur” derken, bir kişi de çıkıp “iyi değil” diyorsa, “Aman, yalnızca bir kişi.” deyip boşvermeniz ya da “Evet, bu da farklı bir düşünce.” deyip saygı duymanız gerekir oysa. Bunu alıp kendilerine bakacaklarına, değerlendireceklerine dedikodu malzemesi yapmaları onların seçimi. Beni şaşırtmadılar.

Özellikle son 1-2 senedir blogger'lar aşırı önemseniyor. Sence onları bu kadar değerli yapan şey ne? Gelip geçici bir trend mi yoksa alternatif bir meslek mi?

Bazılarının iyi PR’cılarla çalıştıklarını biliyorum, ki bunun yanlış bir şey olduğunu düşünmüyorum. İnternet denen şey her yerde zaten, blog’cuların öne çıkması çok normal. Gelip geçici olmalarını kendileri belirleyecek. Ancak, bazıları dedikodu blog’u yapmalı, onlarda bu ışığı görüyorum. Yeni bir şeyler yaratmaları lazım. Kaç kez Twitter’da yazılarımdan alınmış cümleleri kendi cümleleriymiş gibi yazdıklarına şahit oldum. Bu olmaz.

Hatice Gökçe de bir keresinde blog yazarları ile ilgili olarak, "Blog yazarının kimsenin göremediği bir noktayı görüp, gösteriyor olması gerekiyor. Türkiye’de bu anlamda çok az sayıda blog yazarı olduğunu düşünüyorum.” sözlerini sarf etmişti ve İstanbul Fashion Week gibi etkinliklere davet edilmeleri konusunda biraz daha sert bir tutum sergilediğini dile getirmişti. Peki sen blog yazarlarına böyle önemli etkinliklerde tıpkı bir basın mensubu gibi akreditasyon verilmesi konusunda ne düşünüyorsun? Blogger'lar da basından sayılmalı mı ya da bunun ayrımı nasıl yapılmalı?

Basından sayılmalarında bir yanlış göremiyorum. En son moda haftasında çok hoşuma gitmişti gencecik blog’cuları görmek etrafımda. Yazılı moda basınının bilinen pek çok mensubundan daha heyecan verici olduklarını kabul etmeliyim. Modayla da çok daha alakalı oldukları kesin. Moda yazarı ablaları gibi her gün mavi kot pantolon spor ayakkabı giyip moda hakkında atıp tutmuyorlar da üstelik. Daha ne isterim.

Sence iyi bir blogger olmak için ne gibi niteliklere sahip olmak lazım ? Bir blog'u senin için takip edilir kılan özellikler neler?

Yenilikçi, yaratıcı, kesip yapıştırmayan. Arkadaşlar, blog’cu olmak gidip mağazalarda kıyafet deneyip sırtınızı göstermek, sürekli aynı insanları şakşaklayıp durmak, asla okumadığınızın çok belli olduğu yazarların adını yazılarınızda geçirip onları okumuş gibi yapmak, kutu kutu pense oynamak değil. Yukarıda bahsettiğim hayalime ek olarak bir hayalim daha var: Bir moda blog’cusunun gelip beni kurdele+Virginia Woolf+ porselen üçlüsünden kurtarmasını bekliyorum. Kendisi çok sevdiğim ve kıymetli bir yazar olduğu halde artık çok eskide kalmıştır. Bir yazınızda atıfta bulunabilirsiniz ona. Ama böyle bir zamanda hala idolünüz oysa, kendisi bile üzülürdü buna…

Severek takip ettiğin blog'lar hangileri?

Ne bulursam bakarım. Senin blog’unu takip edeceğim bundan sonra. Dedikodu yapmayıp haberin kaynağına ulaşman iyi bir haberci olduğunun ispatı çünkü.

Modayla haşır neşir olanların muhakak okuması gerek dediğin bir kitap var mı?

Virginia Woolf da dahil, her şeyi okumalılar. Tavsiyem, bu ara Halide Edib’in biyografisi çıktı, onu okusunlar. Onun da porselenleri var. Öylelikle bağlantı kurmaları da daha kolay olur belki!

9 Haziran 2010 Çarşamba

Eat Less vs Eat More

Kate Moss bir ropörtajında hayattaki mottosunun “Nothing tastes as good as skinny feels.”, yani "Hiçbir şeyin tadı zayıf kalmak kadar güzel değildir." olduğunu söylediğinde bütün şimşekleri üzerine çekmişti. Sorumsuzlukla suçlanmış, insanları anoreksiyaya teşvik etmekle eleştirilmiş ve birçok anoreksiyayla savaşan siteyi karşısına almıştı. O kadar ki en sonunda Kate Moss'un basın sözcüleri çıkıp açıklamalar yapmak zorunda kalmış, Kate Moss'un uzun bir röportajının içinden sadece bu cümlenin çekilmesiyle birlikte yanlış anlaşılmaların doğduğunu dile getirmişlerdi.


Şimdilerdeyse buna benzer bir şey daha tartışılıyor; Urban Outfitters'ın üzerinde "Eat Less" yazan tişörtü. En az Kate Moss'un söylediği cümle kadar tepki aldı ve yine insanları anoreksiyaya teşvik ettiği gerekçesiyle suçlandı. Sonunda tişörtü web sitelerinden kaldırmak durumunda kaldılar ve sadece Urban Outfitters mağazalarında satmaya başladılar ama yalnızca büyük beden olarak!

"Eat Less" yerine "Eat More" yazsaydı eğer, bu sefer de obeziteyi teşvik ettiği gerekçesiyle yine bu kadar tepki alır mıydı sizce?

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...