Queen’in 1995 yılında çıkan Made In Heaven adlı albümündeki Too Much Love Will Kill You adlı şarkısını bilir misiniz? Aşkın fazlası insanı öldürür mü bilemeyeceğim, ama modanın fazlasının insanı öldürme potansiyeli olduğunu İstanbul Fashion Week’te anlamış olduk!
İstanbul Fashion Week’in ardından insanların aklında kalan en büyük şey, defile öncesi kapı önlerinde yaşanan izdiham ve bunun sonucu oluşan itiş kakışlar oldu. Kapı önlerindeki görüntü bir defile girişinden ziyade bir metal konserine girişi andırıyordu. Tek fark simsiyah kostümler yerine topuklu ayakkabılar, ışıl ışıl kıyafetler içindeki şık hanımefendiler ve şık beyefendilerdi. Tek giriş kapısının olması ve vip de olsanız, basın da olsanız, veyahut normal davetli de olsanız aynı yerden giriyor oluşunuz; bu çirkin görüntünün oluşmasına ve sonuç olarak vip davetlinin ezilmesine ya da basının içeriye girememesine neden oldu. Bu nedenle belki de sadece basın ve vip davetlinin girebileceği bir ikinci kapıya ihtiyaç vardı ya da her defileye giriş, yaka kartlarından ziyade, sadece isim listeleriyle olmalıydı. Böylelikle 900 kişilik alana 1200 kişi girmeye çalışmaz, aralarında vip davetlinin ve basının da yer aldığı bir grup insan dışarıda kalmak zorunda olmazdı.
İTÜ Taşkışla mekan olarak çok güzel bir mekan aslında. Özellikle yazın yapılan bir etkinlik için oldukça uygun, ama ne yazık ki böyle bir organizasyon için yeterli gibi durmuyor. Geçirdiğim dört gün boyunca düşündüğüm şey, her ne kadar çevremdeki insanlar aksini düşünüyor olsa da, Santral İstanbul’un böylesine büyük bir etkinlik için çok daha uygun olduğu. Evet, belki bekleme alanı küçük ve oldukça sıkıcıydı. Evet, lokasyon olarak da ters bir yerdeydi ama en azından vakit öldürebileceğiniz Otto Santral ve Tamirane gibi güzel mekanları da çevresinde barındırıyordu.
İstanbul Fashion Week’in en önemli insanları yabancı basındı. Adınız Paul, Mary ya da Susan ise sizden güzeli yoktu. Gerçi gözümün önünde ne Ayşe’ler, ne Zeynep’ler Sarah’a dönüşüp de içeri girdi, o da ayrı bir hikaye. Yabancı basın ve Türk basının bu kadar birbirinden ayrı tutulduğunu, resmen bir kast sisteminin oluşturulduğunu ve iki tarafın birbiriyle bir araya gelmemesi için özel bir çaba sarf edildiğini görmek ise oldukça üzücüydü. Davet edilen onlarca yabancı basın mensubu ve blogger ise, İstanbul’a ilk defa gelmenin heyecanıyla, defilelerden ziyade İstanbul’u gezmeyi tercih etmişti.
Türk blogger’lara gelince… Blogger’lık Türkiye’de henüz daha oturmadı, bu bir gerçek. Tüm dünyada olduğu gibi ne bir meslek olarak görülüyor, ne de kitlelere yön verebilen ve söz geçirebilen bir blog mevcut. İyi blog’lar tabii ki var; ama bir iyi blog’a yüzlerce anlamsız blog düşüyor, blog sahibi olmak ile blogger olmak bu nedenle birbirine karışıyor. İstanbul Fashion Week’te her blog sahibi olan ve blog’una iki kelime bir şey yazabilen blogger olarak ortada geziyor ve “Sen benim kim olduğumu biliyor musun?” edasıyla salınıyordu. Blogger’lık olayında ne bir ayrıcalıklı olma durumu ne de önemsiz olma durumu söz konusu olmalı. İstanbul Fashion Week’e en çok davetiye dağıtanlar blog’lar olduğuna göre tasarımcılar bu yeni oluşan potansiyel gücün farkında. Ama ne yazık ki bu potansiyel güç, İstanbul Fashion Week’te görüldüğü üzere, doğru kullanılamıyor. Blogger’lık ne blogger’ların düşündüğü kadar önemli ne de organizasyonun düşündüğü kadar önemsizdi. Ama sen tüm blogger’ları içeri alıyorsan ve her birinin boynuna birer tane basın kartı geçiriyorsan o zaman onlara üçüncü sınıf insan muamelesi yapmamalı, hor görmemelisin. Veyahut sistemini ona göre oluşturmalı, sadece önceden belirlemiş olduğun blogger’ları içeri almalısın. Blogger’lar ise nerede duracağını bilmeli, kendilerini dergilerle kıyaslamaktan vazgeçmeli, ikisinin tamamen farklı şeyler olduğunu anlamalı ve olay farklı sıkletlerdeki iki boksörün laf dalaşına dönmemeli.
İstanbul Fashion Week; Londra, Paris gibi moda haftalarıyla kıyaslanmamalı. İstanbul Fashion Week’in tek kıyaslanabileceği şey yine kendisi. Umarım her sene bir öncekinden daha iyi olur, gelen gideni aratmaz.
İstanbul Fashion Week’te güzel şeyler olmadı mı? Oldu tabii. Çok başarılı genç tasarımcıların yeni koleksiyonlarına şahit olmak, bizden de ne kadar güzel şeylerin çıkabildiğinin idrakına varmak çok umut vericiydi. Hemen hemen her defileyi izledim; ama hepsini yazmak yerine en çok beğendiklerimi paylaşmak istedim. Beğendiklerim arasında yer alan Günseli Türkay ve Deniz Mercan defilesini ise daha önce yazmıştım zaten.
İşte benim için İstanbul Fashion Week’in “en”leri:
Bora Aksu-İstanbul
İstanbul… Aşık eden şehir, can yakan şehir. Romantik olduğu ölçüde kaotik, masum olduğu kadar da kurnaz şehir. Gecesi gündüzüne uymayan, günün geceyi takip etmediği şehir. Hepsinin birbirinden kopuk olduğu onlarca semti içinde barındıran, seni de beni de kapsayan, yeri geldi mi de yutan o inanılmaz şehir…
İstanbul Fashion Week’in en çarpıcı koleksiyonu bu inanılmaz şehri kendince yorumlayan Bora Aksu’dan geldi. Tasarımcı, İstanbul adını verdiği koleksiyonunda herkesin bildiği bir İstanbul’u değil; kendi İstanbul’unu anlatıyor, kıyafetler aracılığıyla İstanbul’a dair sevdiği şeyleri bizlerle paylaşıyordu. 80 yıllık Kelebek Korse Mağazası, Bora Aksu’nun İstanbul’da en çok sevdiği mekanlardan biri olsa gerek ki, tasarımlarında bolca iç çamaşırı ve korse detayı kullanmıştı. Pudra rengiyle açılışın yapıldığı, aralara altın renginin serpiştirildiği ve siyah ile kapanışın gerçekleştiği koleksiyon; gündüzden geceye geçen ve her daim canlı, kendini sürekli yenileyen, ama bir o kadar da kendinden ödün vermeyen bir İstanbul’u anlatıyor gibiydi. Kullanılan fiyonklar ve tüller İstanbul’un romantizmine gönderme yaparken, birbirinden alakasızmış gibi gözüken parçaların üst üste giydirilmesiyle yakalanan uyum da İstanbul’un tüm tezatlıkları bünyesinde ne de güzel harmanladığına işaret ediyordu sanki.
İstanbul’u bilmeyene anlatmak belki biraz daha kolaydı. Bilene ise yeniden anlatmak… İşte bu zor olandı… Ve Bora Aksu bunu başardı.
Zeynep Tosun
Zeynep Tosun'dan kadınsı, duru, bir o kadar da seksi bir koleksiyon.
Zeynep Tosun geçtiğimiz kıştan bu yana olgunlaşmış ve bu tasarımlarına da yansımıştı sanki. Şubat ayında gerçekleşen İstanbul Fashion Week’teki eğlenceli koleksiyonun yerini daha ağır, daha kadınsı bir koleksiyon almıştı. Vintage etkilerinin bolca görüldüğü koleksiyonun renk yelpazesi de oldukça genişti. Hardal rengi bebek mavisiyle birleşmiş, cart kırmızılar pastel renklerle kullanılmış ve siyahın asaleti de unutulmamıştı. Geçtiğimiz sezonun en önemli trendleri arasında yer alan iç giyimi dış giyim olarak kullanma, Zeynep Tosun’un yeni koleksiyonunun temelini oluşturuyordu. Transparan kumaşların altından gözüken romantik iç çamaşırları bu koleksiyonun en çok göze çarpan detaylarıydı.
Zeynep Tosun geçtiğimiz kıştan bu yana olgunlaşmış ve bu tasarımlarına da yansımıştı sanki. Şubat ayında gerçekleşen İstanbul Fashion Week’teki eğlenceli koleksiyonun yerini daha ağır, daha kadınsı bir koleksiyon almıştı. Vintage etkilerinin bolca görüldüğü koleksiyonun renk yelpazesi de oldukça genişti. Hardal rengi bebek mavisiyle birleşmiş, cart kırmızılar pastel renklerle kullanılmış ve siyahın asaleti de unutulmamıştı. Geçtiğimiz sezonun en önemli trendleri arasında yer alan iç giyimi dış giyim olarak kullanma, Zeynep Tosun’un yeni koleksiyonunun temelini oluşturuyordu. Transparan kumaşların altından gözüken romantik iç çamaşırları bu koleksiyonun en çok göze çarpan detaylarıydı.
Simay Bülbül –Attarti Ana
Attarti Ana, her şeyi gören, bilen; aydınlığın ve karanlığın, iyinin ve kötünün, zevkin ve acının ötesinde bir büyücü…
İşte Simay Bülbül’ün son koleksiyonu bu İzmirli büyücüden esinlenilerek hazırlanmıştı. Siyah, petrol mavisi, yeşil ve beyazın hakim olduğu koleksiyonda Simay Bülbül’ün kadınları mitolojik birer tanrıçayı andırıyordu. Deri gibi kullanılması oldukça zor olan bir malzeme nakış gibi işlenmiş, şifon ve ipek kumaşlarla birleştirilmiş, altın rengi büyük aksesuarlarla tamamlanmış ve ortaya inanılmaz güzel bir koleksiyon çıkmıştı. Defilenin sonlarına doğru çıkan uzun, beyaz elbiseleri görünce Simay Bülbül’ün aynı zamanda alışılmışın dışında, güzel ve göz alıcı gelinlikler de tasarlayabileceğini düşündüm. Koreografisinden müziğine ve defile öncesi oturacağımız yerlerin üzerinde bizi bekleyen çeşitli otlara kadar her detayın düşünüldüğü defilede Attarti Ana bizi büyüledi… Yüzyıllardır yaptığı gibi…
Özlem Süer- Good Life
Kaçırıldık. Özlem Süer tarafından Kız Kulesi’ne, daha iyi bir hayatın nasıl olabileceğine dair fikir edinmeye…
Leandros ile Hero’nun aşkına şahit olan, kaderi yenmeye çalışan bir babanın kızını saklayan, Nazım Hikmet’in büyük dedesinin hayatını kurtaran Kız Kulesi bu kez Özlem Süer’in hikayesine ev sahipliği yapıyordu. Bu hikayede her şey sevgi ile kucaklanıyor, hayatımızın her anı kutlanıyor, konuşmadan da anlaşabildiğimiz bir dünya yaratılıyordu. Bu nedenle Kabataş’tan Kız Kulesi’ne geçmek için kalkan motorda ilk olarak Pandomim ekibi karşıladı bizleri. Kız Kulesi’nin tepesinden insanları selamlayan rengarenk kanatlı akrobat grubu, upuzun tahta bacakların üzerinde bile etrafa gülücük saçmayı ihmal etmeyen tahta bacak ekibi, etrafta dolaşan şampanyalar ve meyve sepetleri ise sürreel bir ortamın habercisiydi sanki.
Düşünün; Kız Kulesi gibi bir mekandasınız, bir elinizde şampanya diğer elinizde çilek tutmaktasınız. Çevrenizde ise uzun zamandır görmediğiniz ve belki de göremeyeceğiniz kadar şık insanlar; belli ki özel gün elbiselerini dolaptan çıkarmışlar. Sonra defile başlıyor ve Özlem Süer’in peri kızları bir bir sahneye çıkıveriyor; üzerlerinde gri, uçuk pembe, beyaz, lila ve ten renginde uçuşan elbiseler. Oldukça romantik ama dik yakalarıyla bir o kadar da sertler. O anda, Kız Kulesi’nde, sanki İstanbul’un tüm efsane kadınlarıyla birleşmekteler.
Bahar Korçan- Dinle!
Simay Bülbül büyülediyse, Özlem Süer bir sihirbaz gibi gerçek olmayan bir dünya yaratıp bizi inandırdıysa, Bahar Korçan da hipnotize etti!
Bahar Korçan’ın “Dinle!” adını verdiği yeni koleksiyonu Harbiye Radyo Evi’nde sergilendi. Performans başlamadan önce, yarım saat boyunca salona verilen “Dinle!” sesi neredeyse hepimizi hipnotize ediyordu! Bu arada performans diyorum; çünkü klasik bir catwalk yerine oldukça başarılı bir şov hazırlanmıştı. Rap şarkıcısı Fuat’ın müziği ve Bahar Korçan ile ortaklaşa yazdıkları sözleri, koreografisi, sıra dışı makyaj ve kostümsü kıyafetleri ile benim gözümde Bahar Korçan bu moda haftasının en yenilikçi isimlerinden biri oldu.
“Dinle!” diyordu Bahar Korçan, “ Havayı dinle! Toprağı dinle! Zamanı dinle! Dinle oyunu, bul sonunu!”
Biz de dinledik ve duyduğumuz şeyi çok sevdik…
Ama yine de İstanbul Fashion Week’in en moda anı nedir diye sorulacak olursa; o an, Anna Piaggi anıdır! :
Fotolar: Markafoni Blog, Toplantı Dünyası
Ama yine de İstanbul Fashion Week’in en moda anı nedir diye sorulacak olursa; o an, Anna Piaggi anıdır! :
Fotolar: Markafoni Blog, Toplantı Dünyası
6 yorum:
2. copy paste olucak, Koray Caner'in bloguna da aynısı yaptım ama 29'unda bende bununla ilgili yazmıştım. Postumdan aynen copy-paste:
Aslinda çokta hakkım olmayarak bir konuya değinmek istiyorum(bloguma -malesef-yeteri zaman ayırmadığım ve aşırı derecede önemseyip süper bir blogger olmadığım için). IFW'yi twitter'da Elle, Vogue gibi dergilerin yanı sıra bloglardan takip ettiğimi yazmıştım. Yalnız uzaktanda olsa gördüğüm şey bloggerların kendini biraz fazla önemsemesi ve yaptıklari şeyi iş olarak görmeleriydi. Sonuçta blog yazan insanlar sevdikleri için bunu yapıyorlar. Onları buna zorlayan kimse olmadığı gibi ne başlarında bir patronları ne de yazılarını yetiştirmeleri gereken belli bir tarih ya da saat var. Blogger'ların moda editörleriyle kendilerini aynı kefeye koymaya çalışmaları bu yüzden bana saçma geliyor. Gerçekten çok güzel, çok emek verilmiş bloglar bence bizim ülkemizde de mevcut. Basının yaptığı yanlış ise onları görmezden gelip yabancı blog yazarlarına dikkati çekmesi. Bu aynen Amerika'da üniversite okuyan biriyle burda üniversite okuyan kişi arasından iş verenin yurt dışında eğitim almış olanı seçmesi gibi bir olay aslında. Kendimizle ve yaptığımız işlerle gurur duymadığımız sürece başkalarını hep bizden üstün görmeye devam edeceğiz. Ne zaman ki bir olduk, birbirimizi korumaya başladık işte o zaman taşlar yerine oturacak. Herkes birbirini olduğu gibi kabul edip, yerini bildikten sonra iki tarafta birbirini zevkle okuyacak ve saygı duyacaktır bence.
Malesef şöyle bir durum var, ben bir blogger olarak şunu söyleyebilirim; kesinlikle blogger olmaktan utandım. "Ben şuyum" anladınız mı, bana hemen Image'dan tülay hanımı çağırıni hepinize haddinizi bildiricem"deb tutun da, "açın kapıyı be, herkes geçiyor ben burda mı bekliicem" tarzında çemkirmelere tanık oldum. Bir kere sayın blogger arkadaşlarımın hayatında ilk kez basın kartına sahip olamaları, onların hayatında büyük olay olabilir ancak bu başkalarını bağlamaz. Ayrıca o b.k atıp beğenmedikleri/yarışmaya çalıştıkları dergilere çıkabilmek için kendilerini nasıl şekilden şekilde soktukları da ayrı bir konudur. Ben organizasyon şirketinin yerinde olsam kesinlikle ön elemeden geçirmeden herkese basın kartı filan basmazdım. Fark geçen moda haftasında twitter kullanımıydıysa bu sefer o fark da kalmamıştı, dergiler de gayet twitledi 4 gün boyunca. Umarım herkes haddini bilir bundan sonraki haftalarda. Herkse derken tabii ki sadece bloggerlardan bahsetmiyorum, dergileri ve kapıda duran güvenlikleri de içine alan tüm IFW katılımcılarından bahsediyorum. Mutlu günler herkese...
Beni takip edenler biliyor ben ilkinden itibaren her IFWye tam katılım yaptim, hepsini tek tek ele aldim, defileler, organizasyonlar, trendler, modeller... İlk defa bu kez bir "ardindan" yazisi yazamadim, bu anlamda yazin icin tesekkur ederim, yazamadim cunku yorgun dustum, mucadele etmekten yorgun dustum, hayir kapi izdihaminda ya da pahali ama yetersiz yemeklerle olan mucadeleden degil, neler oldugunu anlamaya calismak icin sarfettigim mucadeleden bahsediyorum. Neler oluyordu, neden ben sevilmiyordum, neden digerini gorunce yuzumu burusturuyordum, neden herkes herkesten "nefret" ediyordu?
Bozcaada yolunda 40 hanelik bir koyde tam 8 koy kahvesi vardi, iste ondan! 40 hane birbiriyle bir guzel gecinememis, vakit oldurup aylaklik etmek icin birbirinden hoslanmayan 8 adam 8 ayri kahve acip, 8erden saf tutmus:) oysa hepsinin tek derdi gecim sikintisi, devletin bu yil aycicegi ve kanola fiyatlarini dusurmesi, hasadi vs olmaliydi!
Bu sene son haftaya kadar IFWden bize davet gelmemisti, hatta bir kisim blog biz eyvahlar olsun kara liste mi olduk diye dusunduk:) Konustugum tasarimcilarin cogu bu yil MDTnin bir blog listesi hazirladigini ve IMAGE'in sadece o listede bulunan bloglari cagiracagini soylediler, Ozgur Masur ve Bahar Korcan'dan bunu bizzat duydum, peki o liste neredeydi? Neden her bloggerim diyen yine iceri girebildi, madem iceri girmesinde sakinca gormuyorsun cunku iyi yada kotu yeterki deli gibi yazilsin idtiyorsun(baska bir sebep bulamiyorum) o zaman dedigin gibi bu muamele neydi, babasi tarafindan aranp kapidan bizzat aldirilan blogger da vardi, blogu olmadigi halde bloggerim diyip giren de vardi, "sen benim kim oldugumu biliyo musun" diye carlayan blogger da vardi, bir de buraya oturamazsiniz dendiginde peki o zaman diyip sorgu sual etmeden arkalara gecen bloggerlar da vardi.
yazacak sey cok da, sark kulturunun getirdigi bu kast aski, bu baslar ayak, ayaklar bas oldu kompleksi yazarak da konusarak da cozulecek is degil bence, belli egitim, kultur, gorgu duzeyindeki insanlar bile bunun kurbani olup, bu ugurda arizaya bagliyorsa, 40 haneli koyde ben de kendime 1 kahve secmek durumunda kalacagim belli ki.
bloggerların sorunlarına değindiğin gibi aslında nerede yer almalıyızı da gayet iyi özetlemişsin Queen. “Sen benim kim olduğumu biliyor musun?” tavrını bir kenara koyarak iyi işler yapmaya çalışmak önceliğimiz olmalı. o zaman onlarda saygı duyulması gerektiğinin bilincinde olacaklar.
Herkes blogger oldu, sadece belli bloglar içeri alınsaydı gibi birçok kişide tanık olduğum görüşe karşıyım. Ben gireyim arkadaşlarım girsin başkaları girmesin demek yok öyle. Bir de blog şöyle olmaz şöyle olur gibi görüşlere de. Bunu belirleyecek merci yok çünkü. Yetenekli insanların, yazmayı seven, bunu bir tutku haline getirmiş insanların bir dergide çalışma olanağı yoksa blog açmaya ve istedikler gibi yazmaya sonuna kadar hakları var bence. Artık tanıdığımız olmadığı için CV gönderip cevap beklediğimiz, sevmediğimiz işlerde çalıştığımız için mutsuz olduğumuz günler çok geride kaldı şükür. Ben nice bloglar bilirim ki çok okunan bloglara 80 basıyorlar ama promosyon yapmayı becerememişler.
Herkese yetecek kadar yer var. Sadece salon biraz küçüktü, o kadar.
blogger tartışması öyle bir boyuta geldi ki kimse ne tasarımlar ne tasarımcılar hakkında yorum yazmamış..
özgünlükten ve estetikten yoksun, ünlü tasarımcılardan taklit esintiler,...
kimse çıkıp "Kral çıplak!" demiyor, neden?
herkes "bana dokunmayan yılan, bin yıl yaşasın" mantığında.
dokunanlarsa, sayfalarca yorumla karşılık buluyor.
herhalde, davetiye yollayan tasarımcılara jest olsun diye herkes bir iki güzel cümle söylemek istiyor..
moda konusunda bu kadar kendine güvenen moda bloggerları, neden tasarım ve tasarımcıları eleştirmek konusunda bu kadar pasif?
yoksa gerçekten herşeyi çok mu beğeniyoruz?
Yorum Gönder