30 Mart 2010 Salı

FASHION IN MOTION: Shake, Shake, Shake, Louboutin, Shake It All The Time!


Hadi eğri oturup doğru konuşalım şimdi. Dünyanın en hoş adamıyla bir çift Louboutin ayakkabı arasında kalsan biliyorum ki Louboutin’i seçeceksin. Bir kere adamın görünüşü aldatıcı olabilir, ambalajı iyi duruyor ama içi fos çıkabilir. Daha ilk kullanımda ağzı gözü kayabilir, alıp eve geldiğinde ilk başta göremediğin defolar bir anda fark edilebilir ve çoğu zaman da ne yazık ki geri iadesi olmayabilir.

Ama bir çift Christian Louboutin ayakkabı öyle mi? Biliyorsun ki o ilk görüşte aşk olacak ve bir yastıkta kocanacak, ilişkinizin 10. yılı bile o ilk cicim aylarını asla aratmayacak, iyi günde, kötü günde, hastalıkta ya da sağlıkta her zaman, her yerde o yanında olacak ve en önemlisi de sana kadın olduğunu, kadınlığını her daim hatırlatacak.

Her kadının hayallerindeki ideal eştir bir çift Christian Louboutin ayakkabı, zengin koca falan hikaye. Zengin koca isteniyorsa da bir çift Louboutin ayakkabıya ulaşmak için araç olarak görüldüğündendir, başka bir şey değil.

Peki her kadının hayali bu ayakkabıların yaratıcısının hayallerini ne süslüyor, bu ayakkabılara hangi hayaller hayat veriyor, biliyor musun?

Hadi izle de Christian Louboutin’in -her ne kadar daha önce hiç dans eğitimi almadım dese de- ne kadar güzel dans ettiğini de bir gör böylece.

Salla Louboutin salla!

*Videoyu izlemek için sizi buraya alalım efenim.

28 Mart 2010 Pazar

Pazar Günü Halleri

Bugün pazar günü. Hayatımız üzerinde düşündüğümüz gün. Yarın pazartesi ya, kiminiz rejime başlayacak, kiminiz alkolü bırakacak, kiminiz erkek arkadaşıyla o son konuşmayı artık yapacak, kiminiz patronundan zam isteme cesaretini sonunda bulacak. Pazar günü. Hayatımızla ilgili devrim niteliği taşıyan kararları uygulayamasak da aldığımız gün. Her şeyin daha yavaş aktığı, bu vesileyle durup da şöyle bir, hayat üzerine düşündüğümüz gün.

Benim de bu "düşünme günü"ne bir katkım olsun istedim. Her birimiz büyük, önemli insanlarız ya, gün gelecek çok büyük işler başaracak, kendimize yakışır bir şekilde önemli adımlar atacağız. O piyango bir şekilde bize de vuracak, beklediğimiz şey her neyse gelip kapıyı çalacak, o zaman her şey dört dörtlük olup peri masallarındaki gibi sonlanacak. Hepimizin hedefleri belli, turna tam gözünden vurulacak, ya tam olsun ya hiç olmasın mantığıyla çıta hep yüksekte tutulacak. Dedim ya hepimiz büyük adamlarız, büyük adamın idealleri de pek tabi büyük olacak...

Ama bir şey söyleyeyim mi? O ideallerin yarısı su yolunda kırılacak, diğer yarısı da umduğun gibi çıkmayacak, bunu fark ettiğinde de kim bilir, belki çok geç olacak.

 Büyük işler peşinde koşarken biz, neler kaçırıyoruz biliyor muyuz? Bu pazar günü de aşağıdaki videoyu izleyip bunun üzerine bir düşünür müyüz?

İyi pazarlar...


Özel insanların hissedebilme yeteneği [HQ] | Facebook Video

27 Mart 2010 Cumartesi

Sonunda Ben de Yazdım: Kaan Tangöze-Seçkin Piriler

Kaan Tangöze ve Seçkin Piriler’in evlendiğini öğrendiğimden beri blog blog gezinmekte ve insanların düşüncelerini okumaktayım. Yazılanların altına yorum yazmak da beni kesmeyince oturdum şimdi, bunları yazıyorum.Tutmayın beni, ben de konuşacağım. :)

Şimdi her şey kabullenmekle alakalı aslında. İnsanlar bir imaj yaratıyorlar kendilerine, hayatta bir duruş yaratıyorlar. İster cici kız, ister tü kaka çocuk, ister ağır abi. İnsanlar seni yarattığın bu imajla kabulleniyorlar ve sen bu imaja aykırı bir şey yaptığın zaman da seni oldukça garipsiyorlar. Yoksa yaptığın şey değil garipsedikleri, o yapılanı senin yapman, tüm mesele bu aslında. Tıpkı Sibel Tüzün’ün güzelim saçlarını bir anda kazıyıp da orasına burasına sonradan rahatsızlık duyacağı dövmeler kondurduğunda garipsediğimiz gibi. Tıpkı Britney Spears saçlarını kazıdığında günlerce konuşup eleştirdiğimiz gibi. Courtney Love yapmış olsa haber bile olmayacaktı belki de. O yüzden yıllarca komik karakterleri canlandırmış bir oyuncuyu kötü bir adamı canlandırdığı bir rolde görünce garipsiyoruz da ciddiye almıyoruz çoğu zaman.

Takındığımız bu tavır belki de yanlış. Ama bu insanlar yarattıkları bu illüzyon sayesinde para kazanmıyorlar mı, teknelerini bu yolla yürütmüyorlar mı? Bu illüzyon bozulunca ve onun arkasında bizim gibi sıradan insanlar yattığını fark edince artık o kadar da çekici gelmiyorlar. Tıpkı David Copperfield’i ağzı açık izledikten sonra internette o numaraları nasıl yaptığını ifşa eden videoları görünce “Aman, bu muymuş yani?” dediğimiz gibi.

Seçkin- Kaan evliliği de böyle bir şey işte. Kaan bir rockstardı, kötü çocuktu, sistemin dışındaydı, aykırıydı, biraz da Duman’lıydı falan. N’oldu? İki gün öce bir restoranda, ütülü damatlığıyla, anne, baba ve yakın aile dostları arasında Seçkin Piriler ile, hem de Seçkin Piriler ile evlenmek için o nikah masasına oturduğunda puf diye o illüzyon bozuluverdi, artık o da bendendi, sendendi, ondandı. Kim bilir belki halay bile çekmiştir, hatta halay başı olup o yanık sesiyle “Halay başı vurma vurma yar yar..”ı söylemiştir. Olur mu olur. Seçkin Piriler ile evlendiğine göre onu niye yapmasın, di mi ama?

Ha, ne bekliyorduk? Hiç evlenmemesini mi? Evet. En azından Seçkin Piriler olmamasını mı? Kesinlikle evet. Yanında Guns N’ Roses’ın November Rain videosundaki gibi o efsanevi gelinliğiyle Stephanie Seymour gibi birinin durmasını mı? Evet.

Ama bizdeki sistem bu işte, yarattığın imaj ister rockstar, ister türkücü, ister manken, ister topçu olsun. Günün birinde sen de damatlığınla orada duracaksın. Ya da Morrison’lar, Lennon’lar gibi erken ölüp efsane olacaksın.

Bunlar iyi hoş da Seçkin Piriler gelinliğini giymek ya da giymemek var ya, işte tüm mesele bu aslında.

26 Mart 2010 Cuma

Fashion in Disneyland

Modada yaş giderek düşüyor biliyorsunuz ki. Dünyanın en ünlü moda bloggerı, defilelerin baş davetlisi Tavi kızımız henüz 13 yaşında mesela. 4 yaşındaki Suri ise topuklu ayakkabılarla ortalıklarda dolandığı için annesi Katie Holmes'u ağır eleştiriler altında bıraksa da şimdiden moda ikonları arasında gösterilmeye başlandı bile. Abarttığımı sanıyorsanız çok yanılıyorsunuz. İsterseniz internette adını yazıp şöyle bir arattırınız ya da ona üşenirim derseniz şu sıralar Coco Perez'in sitesine bir bakınız. Ayrıca neden olmasın ki? Kaçınız şu yandaki resimde olduğu gibi $322 'lık bir Susan Farber çantayı koluna takıp da boy gösterebilmiş bugüne kadar?
Çok değil, iki gün önce de 90'lardaki Melrose Place dizisinden hatırlayacağımız Heather Locklear ile Bon Jovi'nin gitaristi Richie Sambora'nın 12 yaşındaki kızı Ava Sambora da Los Angeles Moda Haftası'nda podyumlarda salınıyordu.

Nasıl oldu da çocuklar ne bileyim bahçeye çıkıp sek sek oynamak, top peşinde koşmak, çizgi film izlemek yerine moda duayeni oldular? Onları bu kadar göz önüne sermek ve ortalıkta dolaşan küçük kadınlar yaratmak ne kadar doğru tartışılır.

Ama madem çıta bu kadar aşağı indi, o zaman neden Karl Lagerfeld karşımıza Goofy, Marc Jacobs Donald Duck, Donatella Versace Daisy olarak çıkmasın? Neden Peter Pan Tinkerbell'i koluna takıp da Galliano defilesine katılmasın?

Elle İspanya Nisan sayısında bütün bu moda üstatları karşımıza birer çizgi film kahramanı olarak çıkıyor. Ulrich Schröder tarafından hazırlanan La Moda Animada(İspanyolca'da neşeli demek) adlı bu seri gerçekten de çok neşeli. Siz de 5 yaşındayken bunu görseydiniz annenize Chanel nedir, ne değildir diye sormaz mıydınız? O da muhtemelen şu yanıtı verirdi: ''Chanel içinde bir sürü şekerlemeler bulunan bir dükkandır yavrucuğum.''

Anne Bizi Chanel'e götür.

25 Mart 2010 Perşembe

Yarın Neler Oluyor?

Yarın iki çok güzel şey oluyor. Benden söylemesi, sizden de gidip görmesi.


Ne: Zeynep Erdoğan ve Ayşe Deniz Yeğin Yeni Sezon Açılışı
Nerede: Dr. Orhan Ersek Sok. No:29/2 Teşvikiye
Ne Zaman: 26 Mart Cuma Saat:16:00-21:00
Neden: Ayşe Deniz Yeğin’i zaten yakın markaja almıştık. Zeynep Erdoğan’ı da İstanbul Fashion Week ile iyice aklımıza kazımıştık. Bir taşta iki kuş vurmak için.





Ne:Laundromat İlkbahar/Yaz Sezonu Açılışı
Nerede: Galipdede Cad. No:93/B Kuledibi-Galata
Ne Zaman: 26 Mart Cuma Saat 19:00-Gittiği Yere Kadar?
Neden: Pınar Eriş’ten elbise, Güneş Dericioğlu’ndan çanta, Meral Saatçi’den takı kapmak, başkasının üzerinde görüp de ağlamamak için.





Cuma akşamı ya, ordan da belki bir yerlere akılır. 11:11’miş, Kiki’ymiş sırasıyla bakılır…

24 Mart 2010 Çarşamba

Günün Tatlı Syrup'u

Şu sıralar aklım fikrim uzak ülkelerde. Ne yalan söyleyeyim Paris Moda Haftası’na bile yüz çevirdim. Karl Lagerfeld Chanel defilesi için sahneye İsveç’ten getirdiği buzdağlarını koyduğunda bile ben Melbourne Fashion Week’i tercih ettim. Sonra da tüm ilgimi Japon Moda Haftası’na yönelttim.

Dünyaya açılan gözüm internet sayesinde kah Tokyo’da kah Melbourne’de keyfimin kahyasının peşinde gezinirken ben, Syrup adlı lokal bir Japon markasının yaptığı katalog çekimiyle tanıştım. Alıştığımız çılgın, eksantrik Japon tarzının aksine tamamen yumuşak ve romantik renklerin kullanıldığı bu abartısız çekimin konsepti de basit ama yaratıcı bir fikirden yola çıkıyor. Konseptin adı “Syrup Culture Club”. Bu bağlamda müzik, okuma, seyahat gibi kültürel alanları konu alarak bir çekim gerçekleştirmişler. Bu çekimi beğenmemin sebebi ise içinde barındırdığı küçük, basit detaylar. Kitapların arasındaki kızın taktığı gözlükler sayesinde “geek” imajına bürünmüş olması gibi, müzikle ilgilenen kızın örgülü saçı ve kafasına kondurduğu kelebekle daha romantik görünmesi gibi ya da seyahate meraklı gezginin diğerlerine göre yaptığı renk seçimleriyle daha özgür oluşu gibi. Fotoğrafçı kızımızın saç modeli ise sanki kafasında 3. bir göz varmış izlenimi uyandırdı bana, başka bir gözden görüyormuş, algıları daha farklı çalışıyormuş gibi…

Waffle üzerine dökülen şurup gibi, Syrup’un bu çekimi de günüme tat getirdi…

fotolar: Mori Girl

23 Mart 2010 Salı

Allısı Senin, Pullusu Benim

Bundan yıllar önceki Lizard daha henüz ufacık bir yavruyken, kuyruğunu bir kere bile değiştirmemişken, sizi görseydi üzerinizde ışıltılı bir kıyafetle, aynen şöyle derdi: '' Ne o? Bu gece Maksim'de mi sahne alacaksın?''

Ama gel gör ki Lizard büyüdü, kuyruk düşüre düşüre, renk değiştire değiştire bir hal oldu. Yapmam dediği şeyleri, bir bakmış ki yapar oldu. Bu allı pullu şeyleri de isterim diye tutturdu. Dedim ''Ne iş? Akşama Maksim mi?'' ''Yok'' dedi, ''Maksim kapandı.''

Dedim tamam o zaman, çünkü mesaj alındı.

İşte Lizard'ın anavatanı Avusturalya olan Secret Squirrel'in yeni görücüye çıkardığı  "The White Album" isimli koleksiyonundan isterim diye tutturduğu parçalar:


Alla pulla çok fazla işim olmaz diyenlere de bunları öneriyor:

Üstüne üstük bir de müjde veriyor ve The Grand Social sitesinden alınan Secret Squirrel ürünlerinin Türkiye'ye de postalandığını söylüyor.


fotolar: Secret Squirrel

22 Mart 2010 Pazartesi

When You're Strange

Bu cumartesi çekirge gibiydim, oradan oraya sekiyorum. Sanırsın ki yangından mal kaçırıyorum. Sanki müzik eleştirmeniyim de yarına yetiştirmek zorunda olduğum yazı için deli danalar gibi konu arıyorum.

Önce gittik Matchbox’ın açılışına, kıyafetlere göz gezdirdik, Amerikalılar ile kaynaşıp kapı önünde şarap içtik.

Ordan konsepte uygun özel bir vintage partiye, sonra da Ghetto’ya Does It Offend You, Yeah? dinlemeye. Çok çok beğendik kendilerini sahnede az kaldıklarına biraz gücensek de…

Ordan Indigo’ya damladık, Thieves Like Us’ın çıkmasını bekleye bekleye darlandık. Kapı önüne çıkıp sigara üstüne sigara yaktık, dışarısının içersinden daha eğlenceli olduğuna karar kıldık. Indigo’da eskiden deli gibi eğlendiğimiz günleri düşünüp biraz biraz tasalandık. Ordan ver elini Kiki’ye. Cumartesinin spiritüel yolculuğunu orada bitirmeye…

Madem bu kadar müzikten konuştuk, o zaman Lizard Queen’in atasından, bir miktar isim babasından bahsetmemek olur mu?

The Doors… Bir filmleri vardı Oliver Stone tarafından çekilmiş, gerçekti, kurguydu, hepsi yalandı falandı… Ama içinde The Doors vardı, Morrison vardı, o zaman tamamdı. Şimdi ise kendileri hakkında çekilmiş “When You're Strange” adlı yepyeni bir film geliyor, belgesel niyetine, hikayeyi anlatan Johnny Depp’in güzel sesiyle, daha önce hiçbir yerde kullanılmamış görüntülerle birlikte…

Filmi seveceğim, hatta izlemeden sevdim bile. Evet, baştan peşin yargılıyım, bir filmin içerisinde Spanish Caravan çalsın, ben o filme tavım.

19 Mart 2010 Cuma

Dışı Yeni İçi Eski: Matchbox Vintage Butik

Atalarımız her zaman haklı çıkmayabiliyor. Misal: Eskiye rağbet olsa bit pazarına gün yağardı.

Şarabın en eskisi makbul mesela. Yeni aldığımız Converse’leri de pisleteceğiz, kirleteceğiz diye özel bir çaba sarf ediyoruz. Sonra o yıpratılmış, eskitilmiş görünen jean pantolonlara harcadığımız onlarca paraya ne demeli? Peki ya vintage?

Vintage son günlerin ağızdan düşmeyen en “in” kelimesi, vintage aşağı, vintage yukarı. Bilen de bilmeyen de cümle için de mutlaka kullanıyor. Nil Karaibrahimgil bile Oscar’a katılıcak olsa vintage McQueen kıyafeti giyeceğine dair demeçler veriyor. Alexander McQueen ne zaman vintage oldu mesela? Ya da Nil başka bir zaman diliminde yaşıyor??

Vintage ile ikinci el aynı anlamı taşımıyor. Vintage olabilmesi için belirli bir geçmişe sahip olması ve döneme ait olması gerekiyor. Basite indirgersek 40 yıldır bekletilmiş şarabı içmekle sadece 2 senedir bekletilen şarabı içmek aynı tadı vermiyor. İşte vintage tutkunları da kıyafetlerde o 40 senelik şarabın tadını arıyor.

Benim şimdi size güzel bir haberim var. 2 gün önce posta kutuma bir mail düştü. Yarın Cihangir’de yepyeni ama içi tarihle dolu olduğunu umduğumuz “Matchbox” adlı bir vintage butik açılıyor. Herkesi de saat 17:30-20:30 arası düzenlenecek açılış kokteyline davet ediyor.

İşlerimi ayarlarsam ben bir uğrayacağım, kim bilir belki de ellerim dolu ayrılacağım.

18 Mart 2010 Perşembe

10 Things I Love About 60's

1. Bridget Bardot görünümü
2. Twiggy
3. The Doors, The Beatles, Pink Floyd ve niceleri
4.Uzayan saçlarla ters orantılı kısalan ekstra mini etekler
5.Hippiyim hippisin hippi! hip hip!
6. Breakfast at Tiffany's ve hayatımıza giren "little black dress"
7. Koyu gözler, kabarık saçlar, takma kirpikler ve efsane Twiggy makyajı
8. Go-go kızlar ve giydikleri botlar!
9. Siyah ve bejden başka renklerin de olduğunu keşfeden erkekler
10. Andy Warhol, Edie Sedgwick ve kocaman küpeleri

60'lar aslında 10 maddeyle açıklanamaz. O kadar çok şeyi var ki hala ısıtıp ısıtıp da önümüze koymaları ve sürekli ısıtacak bir malzeme bulmaları boşuna değil.

Linda Watson'ın IMA tarafindan Türkçe'ye Modaya Yön Verenler olarak çevrilen kitabından bir alıntı:

'Ekim 1969'da Vogue'un Memo From New York köşesinde şöyle deniliyordu: "Sihirli sözcük FANTEZİ. Bu olmadan Ay'a nasıl gidebilirdik? Ekim 1969, işte bu fantezi anı." Ziggy Stardust ve Spiders from Mars henüz köşede bekliyordu.'

Evet, fantezilerin yılı 60'lar. Klişelerin kırıldığı, cinsellik tabusunun yıkıldığı, ikinci el kıyafetlerin fakirliğin simgesi olmaktan çıkıp da tarz haline geldiği, Jim Morrison ile birlikte ''Sex, Drugs and Rock n Roll'' kavramı ile alelade tanışıldığı, gençlerin düşünceleri için yollara döküldüğü yıllar... Şimdi bir şansım olsa düşünmeden giderdim, Woodstock için oluşan kuyrukta en başı çekerdim, Jim Morrison'un fütursuzca cinsel organını sergilediği Miami konserini en önden izlerdim. Vietnam için sokaklara dökülenlerle birlikte, üzerimde mini eteğim, Beatles'tan Revolution'ı söylerdim.

Fantezi deyince hiç şüphesiz akla gelen bir diğer şey de tabi ki iç çamaşırları. Geçen seneden beri kabul ettiğimiz ''İçin dışın bir olsun.'' mottosuyla korseleri, jartiyerleri dışarıya taşımıştık zaten. Agyness Deyn bile kendisini meşhur eden Burberry'nin The Beat parfüm reklamında bluzünün üstüne siyah sutyen- bikini üstü arası bir şey giyiyordu hatırlarsanız.

Peki bu iki fantastik şeyi yani 60'ları ve iç çamaşırını birleştirirsek ortaya ne gibi bir şey çıkar? İşte böyle ''Sex Kitten'' gibi bir şey çıkar. Bize de o dönemi hiç görmesek de, bilmesek de Twiggy'nin kocaman gözleri, Penelope Tree'nin uzaylı güzelliği ve Tanrı'nın cidden yarattığı Bridget Bardot hatrına sevmek düşmez de ne düşer? 

Vogue Rusya Mart 2010 Sayısı
Fotoğrafçı: Terry Tsiolis, Styling: Simon Robins, Model: Inga Eiriksdottir


fotolar: Fashionising

16 Mart 2010 Salı

Yeni Başlayanlar İçin XOXO The Mag



XOXO The Mag ile daha tanışmamış olanlar var. Adını henüz duymamış olanlar, duymuş ama dergiyi bulamamış olanlar var. Çok geciktirmeden tanıştıralım, yanağa bir öpücük konduralım.

Geçtiğimiz hafta W Otel’de gerçekleşen partisine çağırdı bizi. Adını çok uzun zamandır duyuyorduk ama ancak orada tanışabildik. Önce şöyle bir göz gezdirdik sadece, resimlere baktık. Malum loş ışık, alkol, müzik ve güzel insanlar… Dergiyi yarına sakladık, eğlencemize baktık. (Parti fotoğraflarını görmek istiyorsanız buraya bir tık.)

XOXO The Mag gösterişsiz bir dergi… Kötü anlamda değil, gösterişi sevmiyor. Ben buradayım diye bağırmıyor, kendini sevdirmeye çalışmıyor, duruşu var, tarzı belli. Sen bu tarzı sever misin bilemem, ya da o tarz seni sever mi, hiçbir fikrim yok. Ama kapağında ne görüyorsan içini açınca da onu bulacaksın. Kapağına kanıp da aldığın, içi fos çıkan dergilerden değil. Seni kandırmıyor, gözünü boyamaya çalışmıyor. Ne ne kadar komplike o kadar başarılı mantığıyla çok ağdalı bir dil kullanıyor, ne de laubali bir dille sana sırnaşmaya çalışıyor. Seviyeli.

Genel Yayın Yönetmeni Olga Toraman’ı ise partide görme fırsatım oldu. Çok stil sahibi bir kadın. Kendisi de tıpkı dergisi gibi buradayım diye bağırmıyor, ama o kalabalığın içinde de silinip gitmiyor.

Derginin içinde özellikle bloglara da ince ince değinen “Yırtmacına Hayran” yazısını sevdim. Yazarı yazmıyor ama dergiyi bulursanız bir okuyun. Ayrıca dergide birçok yazıda Twitter kaynaklı bilgiler var. Twitter’ın artık hayatımızda ne kadar etkili olduğunu bir kez daha anladım. Naçizane fikrim ise moda çekimlerinin daha güzel olabileceği yönünde ki ilerki sayılarda daha iyi olacağını tahmin ediyorum.

XOXO The Mag ücretsiz bir dergi. Henüz bizim karşımıza çıkmasa da çeşitli barlarda, cafelerde ve spor salonlarında olduğu söyleniyor. Görürseniz kapıverin bir tane…

Kendimce dergiden çektiğim birkaç fotoğrafı da az çok bir fikriniz olsun diye buraya koyuyorum ve Fischerspooner röportajını okumaya çekiliyorum.
*Daha yakın markaja almak için; http://xoxothemag.com ve http://twitter.com/XOXOthemag


Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...