4 Kasım 2012 Pazar

GEZGİN QUEEN: Sonunda Beyrut'a Kavuştum


Ortadoğu’nun Paris’i diye anılıyor Beyrut seyahatperestlerin lügatında. Benim içinse son 2 yıldır deliler gibi gitmek istediğim ama araya giren başka ülkeler ve şehirler yüzünden (asla şikayetçi değilim) bir türlü gitmeye fırsat bulamadığım şehir. Aramızdaki bu platonik aşk sona ersin ve artık kavuşalım istediğimden, yakın bir arkadaşın da gazıyla, sonunda, geçtiğimiz hafta düştük Beyrut yollarına.


Beyrut’a gitmeye karar verdiğinizde çevrenizden duyacağınız şeylere hazırlıklı olun: “Başına bir şey gelmesin?”, “Ya şimdi karışık biraz oralar, Paris’e falan gitsen?”, “N’apacaksın yahu Beyrut’ta?” vs… Hiçbirine kulak asmayın, içinize şüphe düşürmelerine izin vermeyin ve gidin. Neden mi?

Down Town'da bir ben

Çünkü Beyrut güvenli bir şehir; dünyanın herhangi bir yerinde ya da kendi ülkenizde başınıza bir şeyler gelme olasılığı neyse, Beyrut’taki de en fazla o kadardır. Çünkü tıpkı Sırplar ya da Boşnaklar gibi geçmişinde çeşitli kötü anıları olan milletler, eğlenmeyi en iyi bilen milletler aynı zamanda. Çünkü 1970’lere kadar jet sosyetenin gözbebeği olan, sonrasında baş gösteren iç savaş nedeniyle çok yıpranan ama asla yıkılmayan bir şehir Beyrut. Çünkü ara sıra patlayan bombalara inat, “Bombalar patladıkça biz gece dışarıya daha çok çıkıyoruz, barlara daha çok gidiyoruz, daha çok eğleniyoruz, hayatın kıymetini daha iyi anlıyoruz” diyen insanları var.

Cennet

Çünkü denize karşı soğuk kahvenizi yudumlayabileceğiniz, Solidere bölgesindeki Gordon’s Cafe’si; “Ben bugüne kadar hiç humus yememişim” dedirten, sarımsaklı patatesini ve fattoush’unu da yemeden dönmemeniz gereken Abd El Wahab’ı var. Çünkü 2 kadehiyle çakır keyiften biraz fazlası olabileceğiniz, rakıya çok benzeyen ama daha yoğun olan arak adlı bir içkisi var. Çünkü Eşrefiye bölgesinde -Abd El Wahab’a çok yakın- Constantine isimli hoşsohbet ve ikram sever bir barmeninin olduğu, iki gün üst üste giderseniz barın ortaklarıyla kanka dahi olabileceğiniz, mahalle barı ilan ettiğimiz Lime’ı var. Sonra İstanbul gece hayatının mutlaka örnek alması gereken Sky, White ve bizim kişisel favorimiz olan B018 gibi club’ları var. Upuzun, ışıl ışıl bir Hamra Caddesi var. Tüm gününüzü burada geçirmek isterseniz şayet, Virgin’e gidip albüm ve kitap bakabilir, Hamra Cafe’de bir şeyler atıştırabilir ve akşam da Dany’s'de alkol alımını başlatabilirsiniz.

Beyrut'ta Halloween

Ha, bir de -bunu en sona sakladım- falafeli var. Tamam, falafel buralarda da var ama bir de orada yiyin; bizdeki Bambi gibi bir zincir olan Barbar’dan take away yapın mesela ya da Sahyoun’a bir gidin. Özetle şöyle söyleyeyim; falafelleri o kadar muhteşem ki, falafel yemediğim zamanlarda falafel yemeyi düşünüyordum.


Bunlar Beyrut’a bir daha, bir daha ve sonra bir daha gitmek için bulduğum yüzlerce sebebin yalnızca birkaçı. Sabiha Gökçen’e indiğim gibi telefondan Beyrut uçak biletlerine bakıyor oluşum da Beyrut konusunda ne kadar ciddi düşündüğümün bir kanıtı.

30 Eylül 2012 Pazar

Lizard Queen Pinterest'te!


Pinterest’i artık duymayan kalmadı ama ben yine de kısaca bahsedeyim. Pinterest, tamamen görseller üzerine kurulu, internette dolaşırken orada burada gördüğünüz görselleri çeşitli kategoriler altında toplayabileceğiniz, bana kalırsa son zamanların en başarılı ve keyifli “boş zamanları geçirme” icatlarından biri. Şahsen ben artık beğendiğim görselleri bilgisarımda dosyaların içinde toplamak yerine Pinterest’te saklıyorum. Uzunca bir süredir günde en az 4 defa girdiğim ve insanların oluşturduğu kategorilerin içinde resmen kaybolup saatler harcadığım bu sevimli sitedeki hesabımı sizlerle paylaşmadığım ise kafama yeni dank ediyor. Gitmek istediğim yerleri, hastası olduğum aksesuarları, ağzımın sularını akıtan ayakkabıları, zaman zaman kendi çektiğim fotoğrafları ve daha bir dolu şeyi paylaştığım Pinterest hesabımı takip etmek isterseniz, sizi buraya alalım: http://pinterest.com/lizardqueenblog/

23 Eylül 2012 Pazar

SineModa: Moonrise Kingdom ve Suzy Bishop Stili


The Royal Tenenbaums’u izleyenler Margot Tenenbaum’u yakinen tanırlar. Sinema dünyasının moda ikonlarından birisidir kendisi. Bu hafta sonu yönetmeni, senaristi kimmiş diye bakmadığım Moonrise Kingdom adlı filmi izlerken de 12 yaşındaki Suzy Bishop karakteri için “Resmen Margot Tenenbaums’un çocukluğunu yapmışlar” diye geçirdim içimden. Depresif, sorunlu, gotik halleriyle Suzy, Margot’un birkaç boy küçüğüydü sanki. Filmin ardından “Kimmiş bu harika filmin yönetmeni?” diye bilgisayar başına oturduğumda her şey yerli yerine oturuverdi; çünkü iki filmin yönetmeni de aynı kişiydi.


Suzy ile Margot’u benzetmemin tek sebebi karakterleri ve tavırları değil elbette. Suzy de en az Margot kadar stil konusunda ilham verici. Aslında çok fazla kıyafet değiştirmiyor, tüm film boyunca aynı model elbisenin farklı renklerini giyiyor; kolları ve yakası beyaz olan elbiseler. Bu elbise modeli ise Catherine Deneuve’un Belle de Jour filmindeki siyah YSL elbisesini çağrıştırıyor bana hemen. Bu elbiseyi tamamladığı beyaz dizüstü çorapları, film boyunca “sunday school shoes” diye bahsedilen oxford ayakkabıları ve retro saçlarıyla Suzy Bishop, Margot Tenenbaums kadar stil sahibi bir karakter.


Ben filmi de Suzy’yi de çok sevdim. Bir kere Suzy’nin en sevdiği albüm  Françoise  Hardy’e ait, bir kere Suzy fantastik ve bilim kurgu türünde kitaplar okumayı çok seviyor, bir kere Suzy evden kaçıp ıssız yerlerde kamp yapmaya giderken yanına kamp esnasında ihtiyacı olabilecek şeyleri değil de plaklar, kitaplar gibi en sevdiği şeyleri ve kedisini alıyor, nasıl sevmem. 

Fotolar: Zap2it, W Magazine, Deadspin

2 Eylül 2012 Pazar

STYLE QUEEN: Hot Sox Çoraplarım


Biri şöyle demiş ekşi sözlük'te:

"Çorap denilen şeyin önemi, esas insan kendi kendine yalnız kaldığında ortaya çıkar. Ayaklarınızı karnınıza çektiğiniz vakitlerden birinde, gözleriniz nemlenirse bir an, şöyle bir bakıverin çoraplarınıza. Sevdiğiniz bir çizgifilmin kahramanı sizi anılardan anılara sürükleyip güldürebilir ya da gördüğü renklerde ebemkuşağının peşine düşebilir insan. Yani çıplak ayaklarınızda sadece tırnaklarınıza bakıp daha da kederleneceğiniz yere, sıcacık ayaklarınızdaki çoraplarınıza bakıp neşelenebilirsiniz. Sırf bunun için bile dünya nimetleri listesinde, kafaya oynayabilir."

Bunun üzerine daha ne denebilir, bilmiyorum. Ama beni güldürecek, ebemkuşağının peşine düşürecek, yaz kış demeden hayatıma renk katabilecek çorap markası hangisidir, gayet iyi biliyorum: Hot Sox. Hot Sox bugüne kadar gördüğüm en eğlenceli ve en "ay ben bunların hepsini istiyorum"lu çorap markası. Ayaklarınızdan taşan baykuşlar, cupcake'ler, flamingolar, Noel Baba'lar adeta size bakıp "Bugün güzel bir gün olacak" diyor.


"Ay bu mu, yoksa şu mu, yok yok bu, ama şu da olsun, ama bu da çok güzelmiş"le geçen koca bir günün ardından verdiğim sipariş dün elime ulaştı: Tarihin en güçlü kadınlarından biri olan Frida Kahlo'lu ve her sabah bana "Miyavdın" diyecek kedili çoraplarım. Eğer çorapların da sabah dinlediğimiz müzikler gibi etkisi varsa tüm günümüze, kedi gibi yaramaz ve Frida Kahlo gibi tutkulu günler beni bekliyor.

31 Ağustos 2012 Cuma

GEZGİN QUEEN: Optimus Alive Festivali



Blog'umdan uzun süre ayrı kalmamın bir sebebi vardı; hayallerimin peşinden koşmak.

Hiçbir zaman "Ölmeden Önce Yapmam Gereken 100 Şey" başlıklı bir listem olmadı ama eğer olsaydı, Radiohead'i canlı dinlemek, bu listenin üst sıralarında yer alırdı. İşte bu hayal, beni Atina'dan sonra taa Portekiz'e kadar sürükledi.


Tarih: 13 Temmuz. Yer: Lizbon. Hedef: 3 gün boyunca Optimus Alive Festivali'nde bir insanın dinleyebileceği maksimum seviyedeki grup ve dj'i dinleyebilmek. Ama en çok Radiohead, Justice, The Cure, Mumford & Sons, The Stone Roses, The Kooks, The Kills ve Mozart and the Whale. Geç kalmak yok, yorulmak yok. Acı yok Rocky! Güneş kremi sürülmüş, uzunca bir günü kotarabilecek rahatlıkta ama asla salaş olmayan, ayarında bir kombin seçilmiş, redbull'lar alınmış. Her şeye hazırız. Hazır olmadığımız tek şey ise Lizbon'un, deniz kenarı olması nedeniyle de özellikle festival alanının aşırı rüzgarlı oluşu. Bu ise tamamen ayrı bir yazı konusu. Yani bir festivale uygun nasıl giyinilmesi, öncesinde nasıl bir araştırma yapılması gerektiği üzerine uzun uzun yazmalı. Defterime notumu alıyorum.


Yukarıdaki line-up, sizi bilemem ama benim için dudak uçuklatacak cinsten. Türkiye'de anca tek tek görebileceğiniz isimlerin hepsi tek bir çatı altında toplanmış. Festival alanının gece çok rüzgarlı olmasını ve yayılabileceğin çim alanlarının olmamasını saymazsak, her şey mükemmel.

Festival alanında bu şekilde dolaşanlarla fotoğraf çektirmemek olmazdı.

Bundan sonrasını, yani Justice'de nasıl kendimizden geçtiğimizi ya da Radiohead'de nasıl hipnotize olduğumuzu anlatmak çok zor. 16 Temmuz saat sabaha karşı 5'te, yani festivalin son gününün ardından odalarımıza döndüğümüzde, yanımdaki ajandama tek bir cümle yazmışım ve bu cümle, festival süresince yazdığım tek şey: İyi ki buradayım. Ünlemsiz, üç noktasız, sakince, kendinden emin.

Evet, bu yazı en iyi özetleyen ve anlatan cümle bu sanırım: İyi ki oradaydım.



Yukarıda festival sırasında çektiğim videolardan biri var. The Kooks sevenler buraya, The Cure sevenler ise buraya gidebilirler.

12 Temmuz 2012 Perşembe

GEZGİN QUEEN: From Athens with Love!


Atina’dan sevgiler! Gelmeden önce hakkında duyduğum birçok olumsuz yoruma, İstanbul’un sıcaklarını bile aratır sıcaklığına rağmen burayı çok sevdiğimi söylemeliyim. Evet, o kadar sıcak ki; dışarı çıkarken ne giyeceğinizi değil, ne giymeyeceğinizi düşünüyorsunuz. Bu yüzden gelir gelmez ilk notumu aldım: Eylül aylarında bir daha gelinecek ve daha kapsamlı gezilecek. Yukarı fotoğrafta arka fonumu oluşturan muhteşem Acropolis, hava sıcaklığı 35 dereceyi bulmadığı bir zamanda tekrar gezilecek.


Burası kaldığımız yerin gece yemek yiyip içkilerimizi yudumlarken bize eşlik eden Acropolis manzarası.


Bu da sabah kahvemizi içip, karpuzlarımızı yerken karşılaştığımız manzara. Sanki iki farklı yere bakıyormuşuz gibi.


Plaka bölgesine, daracık sokaklarına, küçük küçük dükkanlarına bayılmamak elde değil. Burası da o bölgede bulunan bir sokak. Hep beraber taşınalım mı?


Sıcaklardan hiçbir şey yiyemediğimizden karnımızı böyle şeylerle dolduruyoruz. Ama pek şikayetçi olduğumu söyleyemeyeceğim.

Bir de Atina’ya ayak basar basmaz sanki hissedip de içine girmişçesine keşfettiğim bir butik var, burayı bir kenara not alın. İçinde pek çok ünlü grup ve şarkıcının tişörtlerinin satıldığı butikte aynı zamanda Dimitris Tsouanatos’un çizimlerinden oluşan tişörtler de bulunuyor ve bu tişörtlerin her birinden dünyada yalnızca bir tane var. Daha önce bu butiği ziyaret etmiş kişiler arasında ise Nick Cave, Debbie Harry gibi isimler yer alıyor. Ben şahsen tişörtlerden ziyade ünlülerin butikte çekilmiş fotoğraflarının bulunduğu albümde daha fazla zaman geçirdiğimi itiraf etmeliyim. İçeride fotoğraf çekilmesi yasak ama Facebook sayfalarından butiğe göz atabilirsiniz. Yolunuz düşerse diye buraya bırakıyorum: Remember Fashion

Şimdi müsadenizle yeni yerler keşfetmek için yine yollara düşüyorum.

5 Temmuz 2012 Perşembe

SUMMER QUEEN: OYE Tasarımları ile Bir Yaz Günü


Kimsenin 35C°’lik bir havayı büyük bir heyecanla ve hevesle beklediğini sanmıyorum. Ama yine de yaz, okullusundan çalışanına kadar pek çoğumuzun en sevdiği mevsim.  Yaz kelimesini duyar duymaz beynimizde canlanan imgelemleri sevmemek mümkün mü? Deniz, kum, güneş, bünyeden arındırılmış sorumluluk duygusu, tatil…


İşte hepimizin kafasının bu imgelemlerle dolup taştığı şu günlerde, blog’u da bu moda sokalım istedik ve OYE Swimwear ürünleriyle yaz esintili bir çekim gerçekleştirdik.


OYE’yi duymayanın ise kalmadığını umuyorum. Yerli ve yabancı pek çok ünlü ismin tercih ettiği OYE’nin, ya da nam-ı diğer Open Your Eyes’ın yaratıcısı Seda ve Ayça Sadıkoğlu isimli iki kardeş. Her yeni koleksiyonunu merakla takip ettiğim, her sample sale’ini heyecanla beklediğim bu marka, plaj giyimini bambaşka bir boyuta taşıyor.


Hepinizin Nat King Cole'un Those Lazy, Hazy, Crazy Days of Summer adlı şarkısındaki gibi bir yaz geçirmeniz ya da geçiriyor olmanız dileğiyle. J 

Model: Gözde Kınalı
Fotoğraflar: Gizem Dalyan

25 Haziran 2012 Pazartesi

FLASHIONBACK: 1969'da Liseli Olmak


Bu fotoğraflar bir editöryalden değil, Hair filminden ya da Clueless dizisinden bir kare değil, dress code’lu bir partiden değil. Bir müzik festivalinden de değil, hele hele Coachella’dan hiç değil. “Ee, geriye başka ne kaldı ki?” dediğinizi duyar gibiyim. Peki ya 1969 yılının California’sındaki bir liseye ne dersiniz?


Fotoğrafçı Arthur Schatz, 1969 yılında Life Magazine için öne çıkan trendleri araştırmak amacıyla bir liseye gitti ve buradaki stilleri fotoğrafladı. İşte ortaya da bu inanılmaz kareler çıktı. Örgülü saçlı hippiler, etrafta seke seke dolaşan Pocahontas’lar, “go go girl” tadındaki öğretmenler ve niceleri.


Son dönemde yerli dergiler içinde en çok beğendiğim sayı olan Elle Dergisi’nin müzik temalı Mayıs sayısında Seda Yılmaz, Debbie Harry’nin o yılları anlatan şu sözünü aktarmıştı: “Bizim tarzlarımız bağımsızdı, dışarıdan bir makine tarafından üretilmiyordu.” Şu fotoğrafları gördükten sonra Debbie Harry’nin ne demek istediğini çok daha iyi anladım.


Şimdi, birkaç gün ortalarda gözükmeyebilirim. Çünkü zaman makineme atlayıp 1969’un California’sına, yeniden liseli olmaya gidiyorum. Kim benimle geliyor?

Fotolar: Google Images

22 Haziran 2012 Cuma

TREND QUEEN: Göbekler Fora

Viktor&Rolf/Prada/Dolce&Gabbana

Makasınızı elinize alın ve bazı tişörtlerinizi kısaltmaya başlayın ya da kendinize göğsün biraz aşağısında biten büstiyerlerden edinin. Çünkü göbekleri açıkta bırakmak, bu sezonun en önemli trendlerinden biri.

House of Holland/Preen/Dolce&Gabbana

Dolce&Gabbana’dan Viktor&Rolf’a, Preen’den House of Holland’a, Donna Karan’dan Proenza Schouler ve Prada’ya kadar hemen hemen tüm tasarımcılar bu sezon tek bir konuda hemfikir: Üstler kısalacak, altlar yükselecek. Bu trendin kodları ise yanlış yıkama sonucu küçülmüş gibi gözüken tişörtler, bra top denilen sütyenimsi büstiyerler ve yüksek bel şort, etek ya da pantolonlar. Bu trende kişilik kazandıracak en önemli dokunuş ise alt kısmın bel yüksekliğinin göbek deliğini kapatacak şekilde olması.

Veronica Lake

İlhamınızı ister House of Holland’ın piton desenleri içindeki vamp kadınından, ister Dolce&Gabbana’nın meyve baskılı elbiseleriyle bizleri 1950’lerin İtalya’sına götüren kadınından alın ama sakın ola bu işin piri olan pin up kızlarını ve Veronica Lake gibi 1950’lerin en önemli ikonlarını atlamayın.

Fotolar:Style.com, Celeb Studio

16 Haziran 2012 Cumartesi

FLASHIONBACK: Hussein Chalayan Sonbahar/Kış 2000 Koleksiyonu


Moda ile ilişkiniz bir şekilde başladı. Annenizin ayağınıza 5 numara büyük ayakkabılarını o yokken ayağınıza geçirdiğinizde. Spice Girls’ün en revaçta olduğu ve her okulda en az 3 Spice Girls grubu kurulduğu günlerde grup arkadaşlarınıza “Ben Emma olmak istemiyorum yea, Victoria’nın tarzı bana daha çok uyuyor” dediğinizde. İlk flörtünüzle ilk buluşmanıza giderken ne giyeceğinizi kara kara düşündüğünüzde ya da üniversitenin ilk günü abartıya kaçmadan dikkat çekici olabilme amacıyla gardırobunuzun karşısına geçtiğinizde. Er ya da geç. Peki ya modanın sizi ilk şaşırttığı, ağzınızı açık bıraktığı, bunun sadece giyinmek demek olmayabileceğini, sanki bundan çok daha fazlası olduğunu hissettirdiği o ilk anı hatırlıyor musunuz? Ben hatırlıyorum.


Sene 2000 ve ben okuldaki Spice Girls grubunda sırf sarışın olduğu için Emma olmaya mahkum edilmiş bir kızım. Televizyonda bir kanalın ana haber bülteni açık. Bir defileden bahsediliyor. Bembeyaz bir odada modeller ağır çekim diyebileceğimiz bir hızda yürüyor. Sonra bir tanesi duruyor ve sandalyenin kılıfını çıkartarak onu giymeye başlıyor. Bir diğeri masanın içine giriyor ve sonra onu bir anda eteğe dönüştürüveriyor. Ve alkışlar kopuyor. Ben de evde, salonda kendi kendime alkışlıyorum. Ağzım açık.


Hussein Chalayan after words, autumn/winter collection 2000 – 2001 from Victor Lilov on Vimeo.

Bahsi geçen defile Hussein Chalayan Sonbahar/Kış 2000 koleksiyonu. Yukarıda After Words adındaki bu koleksiyonun defilesinin tamamının videosu var. İzlerken muhtemelen siz de o gün orada bulunan herkes gibi kuvvetlice alkışlamamak için kendinizi zor tutacaksınız. Tutmayın. Alkışlayın.

Fotolar: Used Magazine, Soft Revolution

13 Haziran 2012 Çarşamba

HEDİYE: Loopie Love'lanmak İster Misin?


Bazı şeylere olumsuz önyargılarınız olabileceği gibi, olumlu önyargılarınız da olabilir. Mesela benim gibi adı Loopie Love olan bir şeye karşı daha en başından büyük bir sempati duyabilirsiniz. Ürünlerinin adından da güzel olduğunu görünce de sıkı bir arkadaşlığın temellerini atabilirsiniz.


Loopie Love, Louise Iversen tarafından kurulan Danimarkalı bir aksesuar markası. Gümüş ve altın kaplamalı yüzük ve küpeleri, yıldızlı deri bileklikleri ile kolyeleri pek bir meşhur. Beymen Blender, Harvey Nichols, Brandroom ve enmoda.com’da bulabileceğiniz Loopie Love’lar, birçok ünlü ismin de tercihi aynı zamanda.


Peki sen de Loopie Love’lanmak ister misin? O zaman çok doğru bir yerdesin. Çünkü bir şanslı Lizard Queen okuyucusu Loopie Love’dan yukarıda fotoğraflarını da görmüş olduğun bir adet gümüş kaplama yaprak formlu yüzük ve bir adet gümüş kaplama minik yıldız küpe kazanacak. Bunun için ne yapman gerektiğine gelince:

  • Blog’un Google Friend Connect üzerinden izleyicisi ol.
  • Facebook sayfamı ve C79’un Facebook sayfasını (Loopie Love Türkiye temsilcisi) beğen.
  • Bu yazının altına yorum bırak. Mail adresini de yazmayı unutma.

Bu kadar. J Çekilişe son katılım tarihi 23 Haziran Saat 23:59’dur. Kazanan kişi, random.org üzerinden yapılan bir çekilişle belirlenecektir.

Herkese iyi şanslar! J

Veee kazanan Rüzgara Dogru oldu. Tebrikler!

Fotolar: Gizem Dalyan

11 Haziran 2012 Pazartesi

HİKAYEN NE?: Deniz Miray Petrini (Sokak Modası Fotoğrafçısı)

Man on Wire filmini izledikten sonra Philippe Petit’e büyük bir hayranlık, ama daha çok da büyük bir saygı duymuştum. Aynı duyguların benzerini Deniz Miray Petrini’nin hikayesini dinlerken de hissettim diyebilirim. Hayattaki en büyük hedefi İkiz Kuleler arasına bir ip gerip, bu ipin üzerinde yürümek olan bir ip cambazı ile bir sokak modası fotoğrafçısının arasında ne gibi bir benzerlik kurdun diye düşünebilirsiniz. Hemen açıklayayım. İkisi de ne istediğini biliyor, istediğine ulaşmak için sonuna kadar uğraşıyor, korkularının kendisini yıldırmasına izin vermiyor. Sonuç: Başarı. Hem aslında göründüğü kadar farklı da değiller. Moda sektörünün İkiz Kuleler’ine, yani en yüksek tepesine Vogue diyebiliriz. Ve Deniz Miray Petrini, çektiği sokak modası fotoğrafları sayesinde bu tepeye ulaşmış durumda. Vogue İtalya için sokak modası fotoğrafları çeken, Style Tao adlı sokak modası blog’unun sahibesi Deniz Miray Petrini’nin hikayesini hadi gelin, onun ağzından dinleyin.

Deniz Miray Petrini

Merhaba Miray. Öncelikle bize kendinden ve seni İzmir’lerden taa Milano’lara sürükleyen hikayenden biraz bahseder misin?

Merhaba Gizem. Aslında klişelerle başlamak istemem ama mecburum. Moda çocukluğumdan beri hep ilgi alanım olmuştu, hatta ortaokuldan itibaren aldığım çoğu ödevi moda konusunda yapmaya özen gösteriyordum. Saint Joseph’te okuduğum lise yıllarında ise bir kariyer fuarı organize etmiştik ve ben sadece İzmir Ekonomi Üniversitesi’nin Moda Tasarım Bölümü ile görüşmüştüm. Yaptıkları yetenek sınavında ÖSS’den daha çok gerildiğimi söyleyebilirim; çünkü o bölümü kazanmak bu sınava bağlıydı. İstediğim bölümü kazandıktan sonra ise son senemde aldığım fotoğrafçılık dersleri bugünkü sokak modası fotoğrafçılığındaki ilk adımımdı. Tüm hayatım boyunca Milano hep aklımdaydı. Çünkü babam İtalyan ve çocukluğumdan beri o ülkeye ait pek çok anıyla büyütüldüm. Milano ve modanın birbirini tamamlayan kelimeler olduğunu da düşünürsek, benim için Milano macerası kaçınılmazdı.

Milano sana neler kattı?

Neler katmadı ki. Her şeyden önce “İnsanlar dergiden fırlamış gibi giyiniyor” cümlesinin gerçek olduğunu gördüm. Styling alanı asıl ilerlemek istediğim alandı ve aslında fotoğraf çekmeye de tamamen amatör bir duygu ve beğendiğim stilleri arşivleme amacı ile başladım. Tabii zamanla bu iş benim için bir tutkuya dönüştü. Milano’nun bu konuda zengin bir kaynağı ve aktif bir etkinlik takvimi var. Şehir resmen sanata aşık, bu yüzden modanın dışında pek çok sergi, tasarım haftası ve parti düzenleniyor. Durum böyle olunca da sınırsız bir ilham kaynağınız oluyor. Özellikle bahsetmek istediğim bir konu da hangi meslekten olursanız olun snob insanların olmaması. (Belki de ben denk gelmedim bilemiyorum. J) Herkes son derece sıcak ve yaptığınız işe saygı duyuyor, ilgileniyor. Ego savaşları yok, çünkü bu konular aşılmış durumda. Yeni yetenekleri bir tehdit olarak görmüyorlar ve gerçek anlamda modayla, tasarımla ve sanatla ilgilenen insanların arasında harika bir iletişim var.


Hayatının en önemli dönüm noktalarından biri de blog’un Style Tao sanırım. Peki fotoğrafçılığa ve sokak modasına olan bu ilgin nasıl ortaya çıktı?

Az önce de bahsettiğim gibi ilk adımım üniversitenin son yılında aldığım fotoğrafçılık dersleriyle oldu, Milano’ya gidince gördüğüm stilleri fotoğraflarken zamanla deneyim kazandım ve bakış açım değişti. İnsanları doğal halleriyle çekmek benim için çok önemli. Çünkü benim için stili stil yapan aynı zamanda tavırlardır. Örnek verecek olursam; iki kişi aynı siyah elbiseyi giyebilir ama birinin o kıyafete hareketleri ve duruşuyla kattığı kimlik sizin dikkatinizi çeker. Bu yüzden insanları doğal yakalamayı tercih ediyorum ve yaptığım işi gerçekten çok seviyorum. Yoğun bir günün sonunda bilgisayarımı açıp da fotoğraflara baktığım zaman “ iyi ki” diyorum. İyi ki bu işi yapıyorum.


Çektiğin fotoğraflar senin Vogue’da çalışmana vesile oldu. Vogue ile olan bu maceran nasıl başladı? Ve her şeyden önce Vogue İtalya’nın bir parçası olmak nasıl bir duygu?

Vogue benim için zirve, hayallerimin tek odak noktasıydı diyebilirim. Sürekli bu hayali kurup durdum, hatta Vogue İtalya’nın sokak modası bölümüne girip de iç geçirdiğim günleri hatırlarım. Bir gün Vogue İtalya’nın baş editörü Franca Sozzani, yeni çıkardığı bir kitap için Vogue İtalya ofisinde bir imza günü düzenledi. Hani az önce söylemiştim ya o ego savaşları yok diye, o yüzden bu konuya özellikle değinmek istiyorum. Vogue İtalya’nın okuyucularıyla harika bir iletişimi var, en kaba tabirle “ biz Vogue’uz, höydür höy!” tavırları yok. Sürekli bir etkinlik düzenleniyor ve bu etkinlik “ Hadi bizi Facebook’ta beğenin” ya da “Biz bu elbiseyi beğendik, sizce nasıl?” demekten çok öte. Bu katıldığım imza gününe şansımı denemek için çektiğim fotoğraflardan örnekler alarak gittim. Binaya bir 10 dakika giremedim zaten, çünkü hayallerim ve benim aramda sadece iki adımlık mesafe vardı. İçeri girince de kafamda kurduğum o soğuk ortamdan eser yoktu, Vogue ekibi her katılımcıyla birebir ilgilendi. Kitap imzalatmanın dışında ilgilendikleri bölümün departmanlarına yönlendirdiler; moda editörü, fotoğraf editörü, yazarlar… Hepsiyle tanışma fırsatınız vardı ve herkes son derece sıcaktı. Ben rüya aleminde gibi dolaşırken şimdi beraber çalıştığım Giulia ile tanıştım. Kendisi fotoğraflarıma baktıktan sonra blog’umu da inceleyeceklerini ve eğer beğenilirse “ Voguistas” ekibi için arayacaklarını söyledi. 3 saat sonra o telefon çalıp da Giulia’nın “Fotoğraflarını çok beğendik. Bize 10 tane daha gönder, yarın yayınlamaya başlıyoruz” demesi hayatımın en mutlu anlarından biriydi. Şimdi onlar için Milano ve Paris moda haftalarına katılıp fotoğraf çekiyorum.


Fotoğraflarını çekerken kullandığın makinenin modeli nedir?

İlk makinem Canon Eos 1000d 18-55mm lensti. Şimdi Canon Eos 5d 24-70mm kullanıyorum.

Birçok tanınmış ismin fotoğrafını çekmiş ve onları yakından görme şansını elde etmiş birisi olarak en çok kimlerin stilini beğeniyorsun?

Anna Dello Russo benim için harikalar diyarı gibi, tüm moda haftalarında gözler onu arıyor. O tam bir görsel şölen ama stil olarak en çok beğendiğim isimler Catherine Baba, Taylor Tomasi Hill, Kate Lanphear, Emmanuelle Alt ve bir de Olivia Palermo.

Sokak modası konusunda seni en çok hangi şehir cezbediyor?

Paris. Ama Londra’yı da seyahatlerime eklediğim zaman bu fikrimin değişebileceğini düşünüyorum.


Paris, New York, Londra, Stockholm, Berlin, Milano gibi pek çok şehrin sokak modasını takip etmemizi sağlayan bir dolu blog ve sokak modası fotoğrafçısı var. Ama ne yazık ki İstanbul bu şehirlerden biri değil henüz. Sence bunun sebebi ne? İstanbul’un stil çeşitliliği açısından zengin olmaması mı yoksa sokak modası fotoğrafçılığını henüz kavrayamamış olmamız mı?

İstanbul aslında bu konu için biçilmiş kaftan ama henüz benim de anlam veremediğim bir aynı olma sevdası var. Herkes birbirine o kadar benziyor ki... Farklı tarzlar korkutuyor insanları belki. Çünkü bizde o gözle süzme olayı vardır ya, o bizi köreltiyor. Farklı olana hemen bakışlarımızla tepki gösteriyoruz. Elbette farklı olmak için komik duruma düşenler de var, o da ayrı bir durum. Bir de bizde sokak modası fotoğrafçılığı henüz alışılmış bir durum değil, insanlar rahat olamıyorlar. Ben bir keresinde İstanbul Fashion Week’e katılmıştım ve inan bana 5 kare zor çekmişimdir. Ya objektife tuhaf tuhaf bakan suratlar vardı ya da aşırıya kaçan mankenimsi pozlar. İnsanların henüz bu konuda rahat olduğunu düşünmüyorum ama bu durumlar aşılırsa oldukça deneysel ve ilham verici stiller görebiliriz.


Sokak modası fotoğrafçılığı için iyi bir fotoğraf makinesi sahibi olmak yeterli mi? İyi bir sokak modası fotoğrafçısı olabilmek için başka hangi özelliklere sahip olmak gerekir sence?

Aslında bu konuda benim yorum yapmam çok doğru değil çünkü ben fotoğrafçı değilim, aldığım seçmeli ders dışında başka bir eğitimim yok. Ben her şeyi doğaçlama yaşıyorum ama şunu söyleyebilirim; iyi bir fotoğraf makinası sizi çok kurtarmaz. Şöyle düşün; elinde en kaliteli kalemler ve en kaliteli kağıtlar var ama eğer çizim yapmayı bilmiyorsan, elindeki malzemenin hiç önemi yok. Sokak modası fotoğrafçısı olmak aslında ikiye ayrılıyor; bir hikaye anlatıcıları var, bir de sadece stilleri yansıtanlar. Özellikle dergiler için çalışırken hikayeden çok kıyafeti ön plana çıkartmalısınız. Bu yüzden hareketsiz pozlar daha çok tercih ediliyor. Ama ben kendi blog’um için daha yaşayan kareler tercih ediyorum. Burada farklılık tamamen size ait, çünkü moda haftaları bir okul bahçesi gibi; aynı yüzler, farklı kıyafetler... Ve popüler olanları tüm fotoğrafçılar çekiyor. İşte burada sizin bakış açınız devreye giriyor. Aynı kişiyi farklı bir açıdan, farklı bir tavırla çekebilmek, bunu görebilmek gerek. Yoksa bir Anna Dello Russo’yu en az 200 fotoğrafçı çekiyordur. Bir de her sezon sayımız arttığı için farklı olmak kalıcılığınızdaki en değerli etken.

Birisinin senin kadrajına girebilmesi için nelere sahip olması gerekiyor? Fotoğrafını çekeceğin kişileri nasıl seçiyorsun?

Öncelikle fazla zorlanmış bir stili olmaması gerekiyor, yani ben her farklı giyineni çekmiyorum. Eğer gözümü rahatsız ediyorsa ve beğenmiyorsam asla çekmiyorum. Kendi stil zevkimi yansıtıyorum aslında. Benim amacım takipçilerime bir nevi rehberlik etmek, “Bak bu şekilde bir kombinasyon olabilir” dedirtebilmek ya da aksesuar konusunda yardımcı olabilmek. Ayrıca kıyafetlerinizle farklılık yaratmak zorunda değilsiniz. Ben bu yüzden kafamı çevirmeden önce çok dikkatli bir şekilde gördüğüm stili inceliyorum, çünkü inan bana detaylar çok şaşırtıcı olabiliyor. Takılan bir takı veya bir ayakkabı sizi büyülemeye yetebiliyor. Ben de tüm bunlara dikkat ediyorum. Fotoğraftan öte paylaşmak istediğim şey, stillere dair fikirler. Bu fikirleri ise farklı bir yorumla aktarmaya çalışıyorum.


Bu sokak modası fotoğrafçılığı işini nerelere götürmek istiyorsun? Var mı geleceğe dair planlar, uçuk kaçık hayaller?

Sokak modası fotoğrafçılığı benim her zaman yapacağım bir iş, asla vazgeçmem ama ilerlemek istediğim farklı alanlar var. Özellikle erkek modasına karşı çok büyük bir ilgim var ve styling alanında erkek modası üzerine yoğunlaşmayı planlıyorum. Bu yüzden erkek moda haftalarında çektiğim fotoğraflar benim vizyonum için çok önemli. Şimdi önümde katılacağım Pitti Uomo, Milan Men ve Paris Men Fashion Week ve ayrıca WGSN’nin Pitti Uomo’da düzenlediği Menswear S/S’13 konferansı var.

Sokak modası fotoğrafçılığı konusunda gerçekten iyi olduğuma inandığım bir zamanda ise hem bir sergi yapmak hem de çektiğim fotoğrafları kitap haline dönüştürüp insanların elinin altında durabilecek bir rehber hazırlamak istiyorum. J


Biraz da senin kişisel stilinden bahsetsek? Stil kodların, stilinde olmazsa olmazların, asla’ların nelerdir?

Asla siyah ince külotlu çorap giymem herhalde. Benim androjen bir stilim vardır ama zaman zaman bu durum değişiyor ve feminen yanım ağır basabiliyor. Yine de sade ama iddalı olmayı tercih ediyorum. Jil Sander bu yüzden favorimdir. Bazen de Dolce & Gabbana’nın dantellerini çalmak istiyorum. Moduma bağlı sanırım, yine döndük dolaştık o noktaya geldik. J Topuklu ayakkabılar, blazer ceketler, skinny pantolonlar olmazsa olmazım. Renk konusunda ise demir başım siyah ve beyazdır. Bir de çiçekli, fırfırlı elbiselerle pek aram yoktur. Kate Lanphear ve Emmanuelle Alt, stil olarak kendime en yakın bulduğum isimlerdir.

Bu aralar ne okuyor, ne dinliyor ve ne izliyorsun?

Bu aralar babamla birlikte nefes terapilerine sardık, bu yüzden Mustafa Kartal kitaplarını okuyorum. Bir de Mehmed Rauf’un Eylül kitabını okuyorum. Müzik olarak ise Lana Del Rey, Selah Sue ve İstanbul Devlet Modern Folk Müziği Topluluğu’nun çıkarttığı “ Yorumlar” albümünü dinliyorum. Son zamanlarda bir şey izleyemedim ama The Avengers, bir Marvel hastası olarak aklımda.

Teşekkürler. J

Fotolar: Style Tao
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...